Bugun...



Ehl-i Beyt’in (a.s.) İmameti

Acaba Ehl-i Beyt (a.s), Hz. Resulullah’a (s.a.a) duyulan saygı ve sevgiden dolayı mı seçilmiştir, yoksa imamet sadece bizzat Rabb-ı Rahim tarafından mı bu aileye verilmiştir? Yahut daha açık ifade etmek gerekirse, -toplumuzda kendisini “seyyid” olarak tanıtanların belki de bırakmış oldukları kötü imajın da etkisiyle olacak- on iki ayrıcalıklı bir sınıf ve grup mudur?

facebook-paylas
Tarih: 15-03-2022 14:51

Ehl-i Beyt’in (a.s.) İmameti

Modern zamanların Müslümanlarının düşünce dünyasında daima Şii Müslümanların “imamet inancı” kuşkuyla karşılanmıştır. Bu kuşkunun birçok nedeni sıralanabilirse de bizim konumuzu teşkil eden noktayla ilgisi bulunan niçin sadece Ehl-i Beyt’in (a.s) olduğudur? Daha açık bir ifadeyle “bu saltanat değil midir?” tarzındaki kuşkular giderilmediği müddetçe, bu kuşku devam edecektir.

Bir olayın doğru değerlendirilmesinde nesnel ve objektif düşünmeye çokça vurgu yapılır. Bu vurgu doğru olsa da doğruya ulaşma sürecinde aslında gerilerde kalmaktadır. Zira kişinin yetişme tarzı, olaylara bakışı, hangi kültürle yetiştiği, hakikate olan susamışlık ve hak perestlik bundan daha çok önceliklidir.

Modern insan kâinatın merkezine insanı koyduğundan, din hakkında da insanın söz hakkı olmasını ve dini insanın yorumlayıp, şekillendirmesini tasavvur etmektedir.

Bu düşünce onlara daha tatlı gelmektedir. Bu konuda başkasının boyunduruğuna girmekten ve onun sözlerini kendisini bağlamasından pek de hoşlanmamaktadır.

Vakıa risalet ve nübüvvet veya ilahi bir mansıpla ortaya çıkan zevat, daima kuşkuyla karşılanmışlardır. Ancak ortaya çıkan ve belirgin olan durum, o insanların bu zevatı reddedişinin altyapısında böyle bir olayın uzak görülmesidir.        

Bu kısa girişten sonra soruya cevap bulmaya çalışalım. Bu şahsın Ehl-i Beyt olması pek de önemli değildir. Önemli olan Allah-u Teâlâ’nın insanlar arasında bir kısım şahısları temizlemesi; ricsi onlardan gidermesi ve güzellikleri onlarda toplaması ve onları bir süreç içerisinde saf kılmasıdır. Zira Allah-u Teâlâ dini kendisi vaz etmiş ve teşrii yetkisini kendisine has kılmıştır. Teşrii yetkisini açıklamayı daima seçtiği insanlara vermiştir. Bu veriş ve teşrii kesinlikle seçtiği insanların teşrii yapma anlamına gelmezken, modern insan büyük bir ene ve kibirle zaman ve mekânla sınırlı ve mahdut aklıyla kendisinin dinden anladığını din olarak sunmaya çalışmakta ve bunun kabulünü istemekte ve kimsenin açıklamalarının –seçilmiş dahi olsa- kendisini bağlamamasını istemektedir.

Konu bu noktaya geldiğinde meselenin yönü yavaş yavaş belirmeye başlamaktadır. Mesele Ehl-i Beyt’in (a.s) imameti değil, bir kısım insanların sözlerinin kendisinin sözlerinin önüne geçme çabasından başka bir şey değildir. Zira bir kısım insanların -Şiaların- böyle bir iddiası olduğunda bunu araştırması, bu iddianın sahiplerinin delillerini incelemesi ve bu pak zevatın sözlerine bir bakması gerekirdi. Gerçekten Ehl-i Beyt’in (a.s) dini düşüncesini ve irfanını aktaran, düşüncelerini rivayet eden Şia Müslümanlarının kitaplarına ne derece bakıldı?

Ehl-i Beyt’in (a.s) sözlerinin vakıayı ve hakkı kuşatıcılığı gerçekten çürüklüğü ispat edildi mi de bunun yerine insanın havsalasının ve mahdut düşüncesinin ürünü olan bir dini anlayışı ve algılayışı koyalım?

Dahası modern düşüncenin bariz özelliği olan batı karşısında yenilginin(!) getirdiği eziklikle kompleks bir dini anlayış, ne derece ve hangi açılardan Ehl-i Beyt’in (a.s) din anlayışından üstündür? Olayın günümüze düşen iz düşümü budur.

Nass ve dini metinlerdeki delil ve kanıtlar çerçevesinde ele alındığında “Gadir hadisi” gibi gerçekliğinde hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir hadis, özelde İmam Ali’nin (a.s) imametini ve genelde Ehl-i Beyt’in (a.s) imametini ispatlayan bir hadis bu konuda kâfi gelmekte ve hatta artmaktadır dahi. Bu hadisin sağlam bir tartışılmasının ve tahlilinin yapılabilmesi dini metodolojiyi bilmekle ancak mümkündür. Eksene “dinde Allah’ın ayrıcalık tanıyacağı hiçbir kimse olamaz” düşüncesini koyup da reddetmek için varını yoğunu ortaya koyan elbette ki hadisten istenilen sonucu ve verimi alamaz. Allame Emini’nin “el-Gadir” adlı eserinin tetkiki bu hadisin hem mazmunu ve hem de sağlamlığı hakkında doyurucu ve kuşkuları giderici açıklamalar bulunmaktadır.

Getirilecek eleştiri ve reddiye “Kur’an-ı Kerim’de isim geçmemektedir” tarzında olursa, Ahzab süresinin 33. ayeti, bu konuda açık delildir. Bırakalım, Ehl-i Beyt (a.s) gibi düşüncede ve zihinde böyle bir zevatın kabulünü ve Şia’nın sarıldığı hadisleri bizzat Arap dil yapısı ve zevki Ehl-i Beyt’in (a.s) ne Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hanımları olmasını ve ne de Hz. Resulullah’a (s.a.a) çağlar boyunca tabi olan müminler olmasını mümkün kılmamaktadır.

Ehl-i Sünnetin geleneksel Müslümanları Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hanımlarını katarken Sahabe açıklamalarından ve siyak-sibakdan sonuca gitmeye çalışırken, çağdaş Müslümanlar ise Kur’an’ın genelliği (!) ile bütün Müslümanlar olduğu sonucuna ulaşmaya çalışmışlardır.

Biz bu ayetin analizine girmeksizin iki tarafın da itirazlarını reddedici iki eser vereceğiz. İlki Şeyh Hasan İbn-i Abdullah’ın Osman el-Hamise reddiye olarak yazdığı ‘el-Reddu ela Osmanü’l-Hamis’ kitabıdır. Bu kitapda Osman Hamis’in Tathir ayetinin Ehl-i Beyt (a.s) olmadığını ispat etmek için bütün itirazları ele alır ve teker teker reddeder. Hem de bu itirazlar arasında yukarıda sayılan iki itiraz da bulunmaktadır. İtirazlar reddedilirken ilkinde rivayet tahlilleri yer alırken, ikincisinde bizzat Arapça dil yapısı incelenerek reddedilmiştir. İkinci olarak Allame Muhakkik Cafer Sübhani’nin ‘el-Mefahim’ adlı mevzui tefsirinin onuncu cildidir. Allame tefsirinde yüz seksen sayfa ayırmıştır. Özellikle siyak problemini beliğ ifadelerle ve kendi üslubuyla çözmüştür. İkinci nokta “ehil” kelimesini mucem kitaplarından da faydalanarak genel şahıslar olamayacağını ispatlamıştır. Şayet “ben sınır tanımam; benim için önemli olan bu sonuca ulaşmaktır ve bu şekilde ayetlere istediğim gibi bakarım” denilecek olursa, yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü tartışma için bazı sınırların ve kuralların olması kaçınılmazdır.

Yok, şayet hala “niçin bu şahıslardır?” deniliyorsa, problemin boyutu değişmektedir. Allah-u Teâlâ ilahi makamı ve mansıbı elbette kime vereceğini biz kullarından daha iyi bilmektedir.

Değinilmesi gereken diğer bir nokta da şudur:

İlahi makamın olmaması durumunda en çok maslahatı düşünen, en çok akıl yoran, dili en güzel kullanan ve kendince e iyi tahliller yapan elbette baş olacaktır.

Bu kapı açılacak olursa, dinin aradığı ve amellerin kabul olmasının şartı ve irfan kapılarının en baştaki unsuru olan ihlas eriyecek ve hatta yok olacaktır.

Yıllar yılı, Ehl-i Beyt’in (a.s) irfanından bazen bilinçli bazen bilinçsiz bir şekilde uzaklaştırıldık. Bir defa bile insanlarımız bu ilim ve irfan membalarıyla tanışmış olsaydı, neleri kaybettiklerini o zaman anlayacaklardı.

 

 Cevher Caduk  




Bu haber 2100 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER EHLİBEYT Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI