Bugun...



Adalet Nedir? - 2

Bismillahirrahmanirrahim

facebook-paylas
Tarih: 08-02-2025 15:21

Adalet Nedir? - 2

4- Varlık bahşetmede hak edişleri gözetmek ve varlık veya varlığın kemal imkânı olana feyz ve rahmeti esirgememek

"Varlıklar varlık düzeninde kabiliyetler ve varlık kaynağından feyz alma imkânı açısından birbirlerinden farklıdır" konusunu ileride anlatacağız. Her varlık, hangi mertebede olursa olsun, feyz alma kabiliyeti açısından kendine özgü bir hak edişe sahiptir. Mutlak kemal, mutlak hayır ve mutlak feyz verici olan Hakk'ın kutsal zatı, her varlığa onun için mümkün olan varlık ve varlık kemalini bahşeder ve esirgemez. Bu görüşe göre yaratılış düzenindeki ilahi adalet, her varlığın hak ettiği ve imkânı olan her derece varlık ve varlık kemalini alması demektir. Zulüm ise, hak eden bir varlıktan feyzi engellemek ve varlığı esirgemektir.

 

İlahi hekim ve filozoflara göre, adalet sıfatı Rahman'ın zatına yakışır şekilde ve Ehediyet zatı için bir kemal sıfatı olarak ispat edildiği şekliyle bu anlamdadır ve bir eksiklik olan ve O'ndan uzak tutulan zulüm sıfatı da işaret edilen bu anlamdadır.

 

Filozoflar, hiçbir varlığın "Allah üzerinde" verilmesi "görev yerine getirme" ve "borç ödeme" sayılacak bir hak kazanamayacağına ve Allah'ın başkalarına karşı görevlerini tam bir dikkatle yerine getirdiği için adil sayıldığına inanırlar. Allah'ın adaleti O'nun lütfunun ve varlığının aynısıdır, yani Allah'ın adaleti, Allah'ın lütfunu hiçbir varlıktan, o varlık için lütuf imkânı olan her düzeyde, esirgememesi demektir. Hz. Ali'nin (a.s) Nehcü'l-Belağa'nın 214. hutbesinde söylediği sözün anlamı budur:

"Hak tek taraflı değildir. Kim başkası üzerinde bir hak kazanırsa, başkası da onun üzerinde bir hak kazanır. Sadece Ehediyet zatıdır ki varlıklar üzerinde hak kazanır ve varlıklar O'na karşı görev ve sorumluluk kazanırlar ama hiçbir varlık 'O'nun üzerinde' hak kazanamaz."

 

Eğer tek doğru ölçü olan bu ölçüyle incelemek istersek, 'kötülük', 'ayrımcılık', 'zulüm' ve benzeri sayılan şeylerin hepsinin arasında, gerçekten herhangi bir varlığın bütün varlık düzeninde var olma imkânı olup da var olmadığı ya da genel düzende bir varlık kemali imkânı olup da ondan esirgendiği olmuş mudur? Bir varlığa 'verilmemesi gereken' bir şey verilmiş midir? Yani Hakk'ın zatı tarafından hayır ve rahmet bahşedilmesi yerine hayır ve rahmet değil kötülük ve bela olan, kemal değil eksikliğin ta kendisi olan bir şey verilmiş midir?

 

Molla Sadra, "Esfar" kitabının ikinci cildinde "Türsel suretler" konusunu işlerken "Oluşların (zamansal olarak sonradan var olan varlıkların) varlık tarzı nasıl bir varlık tarzıdır?" başlıklı bir bölüm açar. O, bu bölümde filozofların görüşüne uygun olarak ilahi adaletin kavram ve anlamına işaret ederek şöyle diyor:

"Daha önce madde ve suretin doğal şeylerin iki yakın sebebi olduğunu öğrenmiştin ve bunların birbirini gerektirmesi konusundaki incelemeden madde üstü bir fail sebebin de var olduğu sonucuna varılmıştı. Daha sonra genel hareketler konusunda, hareketlerin madde üstü nihai gayelerinin olduğunu ispatlayacağız. Madde üstü fail ve madde üstü gaye, maddi varlıkların iki uzak sebebidir."

Eğer o iki uzak sebep maddi şeylerin ortaya çıkışında yeterli olsaydı, maddi varlıklar sonsuza dek kalıcı olurlardı, onlarda yok oluş ve yokluk olmazdı, başından beri kendi uygun kemallerinin hepsine sahip olurlardı ve başlangıçları sonları gibi olurdu. Ancak o iki uzak sebep yeterli değildir, iki yakın sebep (madde ve suret) de etkilidir. Diğer yandan suretler arasında zıtlık vardır; ilk nitelikler bozulmayı kabul ederler ve her madde zıt suretleri kabul etme kabiliyetine sahiptir. Bu nedenle her varlık iki tür zıt uygunluk ve iki tür zıt gereklilik kazanır; biri suret yönünden ve diğeri madde yönünden. Suret, kalıcı olmayı ve mevcut durumu korumayı gerektirir ve madde ise, durum değiştirmeyi ve ilk suretin zıddı olan başka bir sureti almayı gerektirir. Bu iki zıt hak ediş ve gerekliliğin aynı anda karşılanması mümkün değildir, çünkü maddenin aynı anda zıt suretlere sahip olması imkansızdır... İlahi bağış, bu alemin maddesinin -ki alemlerin en aşağısıdır- suretler vasıtasıyla tamamlanmasını gerektirir. Bu nedenle ilahi hikmet, dairesel hareketi, kesintisiz zamanı ve değişken maddeyi takdir etti ki suretler zaman boyunca sürekli değişsin, yer değiştirsin, zorunluluk gereği her hal ve suret belirli bir süreye mahsus olsun, her suret ve hal varlıktan kendi nasibini alsın. Ayrıca madde ortak olduğundan, her suretin diğer suret yanında sahibine geri verilmesi gereken bir hakkı vardır. "Adalet" bu suretin maddesinin diğerine, diğerinin maddesinin de buna verilmesini ve böylece maddenin suretler arasında el değiştirmesini gerektirir. Bu "adalet" ve hak edişlerin gözetilmesi sebebiyledir ki alemin düzeni bireylerin değil, türlerin bekası üzerinedir.

 

Söz buraya geldiğinde başka bir soru ortaya çıkar: Bütün şeyler Allah karşısında eşit bir oranla yer almışlardır. Eğer Allah hakkında bir adalet söz konusu olacaksa, adalet eşitliği gözetmek anlamındadır; çünkü söylendiği gibi hak ediş açısından bir fark yoktur. Öyleyse hak edişleri gözetmek anlamındaki adalet ile eşitliği gözetmek anlamındaki adalet, Allah hakkında aynı sonucu verir. Buna göre ilahi adalet yaratılmışlar arasında hiçbir ayrımcılık ve farklılık olmamasını gerektirir. Oysa türlü farklılıklar vardır, ne varsa farklılık, çeşitlilik ve seviye ayrılığıdır.

 

Cevap şudur ki, Allah'a göre şeyler hakkındaki hak ve hak ediş kavramı, varlık veya varlığın kemali ihtiyacı ve imkanından ibarettir. Varlık imkânı veya varlık kemalinin bir türünün imkânı olan her varlığa, Yüce Allah tam faillik ve zorunlu feyz vericilik özelliği gereğince varlık veya varlık kemali bahşeder. Molla Sadra'dan aktardığımız gibi Allah'ın adaleti, varlık veya varlıktaki kemal imkânı olan bütün varlıklara hiçbir kısıtlama veya ayrımcılık olmaksızın genel feyz ve yaygın bağıştan ibarettir.

 

Peki imkanlar ve hak edişlerdeki farklılığın asıl kökeni nerededir? Yüce Allah'ın feyzi genel ve sonsuz olmasına rağmen, şeyler nasıl oluyor da kendi zatlarında kabiliyet, imkân ve hak ediş açısından farklılaşıyorlar? Bu konu, Allah'ın yardım ve gücüyle eleştiriler ve sorunlara cevap verirken açıklanacaktır.

 

Eleştiriler ve Sorunlar

Şimdi bu alanda ortaya çıkan soruların toplamda neler olduğunu görelim.

Bu alandaki ilk soru şudur:

Dünyada neden ayrımcılık ve farklılık var? Neden biri beyaz ve diğeri siyah, biri çirkin ve diğeri güzel, biri sağlıklı ve diğeri hastadır? Hatta neden biri insan ve diğeri koyun veya solucandır? Neden biri cansız ve diğeri bitkidir? Neden biri şeytan ve diğeri melekdir? Neden hepsi birbirinin aynı değil? Neden hepsi beyaz veya hepsi siyah değil? Neden hepsi güzel veya hepsi çirkin değil? Ve eğer bir farklılık olacaksa, neden beyaz olan siyah olmadı ve siyah olan beyaz olmadı? Neden çirkin olan güzel olmadı ve güzel olan çirkin olmadı?

 

Diğer soru yok oluşlar ve yokluklar hakkındadır:

Neden şeyler var olur ve sonra yok olur? Neden ölüm belirlenmiştir? Neden insan dünyaya gelir ve yaşamın tadını aldıktan, sonsuz yaşama arzusu içinde canlandıktan sonra yokluk diyarına gönderilir?

 

Bu sorunun adalet ve zulüm meselesiyle ilişkisi şu şekildedir: Denir ki, yokluk, eksik varlıktan daha iyidir. Her şey ve herkes, var olmadığı sürece bir hakkı yoktur; ancak var olduğu anda yaşama hakkı kazanır. Eğer şeyler hiç var olmasaydı, getirilip sonra başarısızlıkla götürülmektense, daha büyük bir huzur ve mutluluk içinde olurlardı. Dolayısıyla böyle bir getiriş zulümdür.

 

Diğer bir soru şudur: Varlıkların sınırlı süreleri ve yok oluşların ortaya çıkışının ötesinde, cehalet, acizlik, zayıflık, yoksulluk gibi eksikliklerin var olmasının nedeni nedir?

Bu meselenin adalet ve zulüm meselesiyle ilişkisi ise, şu şekildedir: Bilgi, güç, kuvvet ve zenginlik gibi nimetlerin, bunlara ihtiyacı olan bir varlıktan esirgenmesinin zulüm olduğu düşünülür. Bu itirazda, henüz var olmayanın bir hakkı olmadığı, ancak var olduğu anda doğal olarak yaşamın gereklilikleri açısından bir hak kazandığı varsayılmıştır. Dolayısıyla, cehalet, acizlik, zayıflık, yoksulluk, açlık ve benzeri şeyler, bir hakkın engellenmesi türündendir.

 

Diğer bir soru şudur: Ayrımcılıklar ve farklılıkların ötesinde, her şeyin zorunlu olarak yok olmaya mahkûm olmasının ötesinde ve bazı varlıkların dünyaya geldiklerinde yaşamın bazı gerekliliklerinden mahrum bırakılmalarının ötesinde, afetler, belalar ve musibetler neden vardır? Bunlar, bir varlığı yarı yolda yokluğa sürükleyen ya da var olduğu süre boyunca onun varlığını ıstırap ve rahatsızlıkla dolu hale getiren şeylerdir. Mikroplar, hastalıklar, zulüm ve baskılar, hırsızlıklar, seller, fırtınalar, depremler, ayrılıklar, felaketler, savaşlar, çatışmalar, şeytan, nefs-i emmare ve benzeri şeyler neden vardır?

 

Bunlar, adalet ve zulüm bağlamında ortaya atılan çeşitli sorulardır. Elbette, aynı sorular biraz farklılıkla, adalet ve zulüm gibi ilahiyat meseleleri olan diğer başlıklar altında da ele alınabilir. Örneğin, sebep ve sonuç ilişkisinde "gayeler meselesi" veya "ilahi inayet" konusu, sıfatlar ve vacibü'l-vücud tartışmalarında gündeme getirilebilir. Denir ki, eğer yaratılışta bir amaç ve kusursuz bir hikmet olsaydı, her şey faydalı olmalıydı. Dolayısıyla ne faydasız bir şey yaratılmalı ne de zararlı bir şey var olmalıydı. Aynı şekilde, hiçbir faydalı şey de ihmal edilmemeli veya yok olmamalıydı. Ayrımcılıklar, farklılıklar, yokluklar, cehalet ve acizlikler, yaratılması gereken gerekli şeylerin (eşitlik, varlığın devamı, bilgi, güç vb.) yaratılmadığını, öte yandan faydasız veya zararlı şeylerin (hastalıklar, depremler vb.) yaratıldığını gösterir. Bu durum, ilahi hikmet ve denge-adalet kavramıyla da bağdaşmaz.

 

Aynı meseleler, biraz farklılıkla "hayır ve şer" başlığı altında tevhit meselesinde de ele alınabilir. Sorun şudur: Varlıkta ikilik hüküm sürüyorsa, o halde iki kök olmalıdır. Filozoflar, hayır ve şer meselesini bazen tevhit bahsinde, ikilik teorisini reddetmek için, bazen de ilahi inayet meselesinde (ki bu, kusursuz hikmetle ilgilidir) ele alırlar. Burada denir ki, ilahi inayet, var olan her şeyin hayır ve kemal olmasını gerektirir. Mevcut sistem, en mükemmel sistem olmalıdır. Dolayısıyla en mükemmel sisteme zarar veren şerler ve eksiklikler var olmamalıydı; ancak var olmuşlardır.

 

Biz bu meseleyi yalnızca adalet ve zulüm açısından ele alıyoruz; ancak ister istemez meselenin diğer yönleri de dolaylı olarak gündeme gelecek ve çözülecektir. Daha önce de söylediğimiz gibi, adalet kavramı, "zulüm"ün karşıtı olarak ele alındığında, denge veya eşitlik anlamına değil, hak edileni gözetme anlamına gelir. Elbette, hak edileni gözetme meselesi, hakikatte filozofların anladığı ve ulaştığı gibidir, başkalarının zannettiği gibi değil.

 

"Adalet" Dinin Temel İlkelerindendir

Diğer ilahiyat meselelerinde şüpheler ve itirazlar varsa, bunlar genellikle kelamcılar, filozoflar ve uzmanlar için geçerlidir. Bu konular ne kadar zor olursa olsun, genel halkın düşünce dünyasının dışında kaldığı için, bu şüpheler ve cevaplar daha yüksek bir düzeyde ele alınır. Ancak "ilahi adalet" meselesindeki itirazlar ve şüpheler, daha düşük ve geniş bir halk kitlesi arasında da yaygındır. Bu mesele üzerinde hem okuma yazma bilmeyen köylüler düşünür hem de filozoflar ve düşünürler.

 

Bu nedenle "adalet" meselesi özel bir öneme ve benzersiz bir konuma sahiptir. İslam alimlerinin (Şii ve Mutezile, Eş'ari değil) adaleti dinin temel ilkeleri arasında saymalarının ve onu beş temel ilkeden ikincisi olarak kabul etmelerinin nedeni de bu olabilir. Yoksa adalet, Allah'ın sıfatlarından biridir ve eğer Allah'ın sıfatlarını dinin temel ilkeleri arasında sayacaksak, ilim, kudret, irade vb. sıfatları da bu listeye eklememiz gerekir. Ancak Şiilikte adaletin dinin temel ilkelerinden sayılmasının asıl nedeni başkadır. Şöyle ki: Şiiler, Ehl-i Sünnet ile Allah'ın diğer sıfatları konusunda bir anlaşmazlık içinde değillerdi ve eğer varsa da bu gündemde değildi. Ancak adalet meselesinde ciddi bir anlaşmazlık vardı ve bu, o kadar ciddiydi ki, adalete inanıp inanmamak, kişinin hangi mezhebe mensup olduğunu gösteren bir işaret haline gelmişti. Örneğin bir kişi Şii mi yoksa Sünni mi, eğer Sünni ise Mutezili mi yoksa Eş'ari mi olduğu bu şekilde anlaşılırdı. Adalet, tek başına Eş'ari olmamanın işareti sayılırdı. Adalet ve imamet birlikte Şiiliğin işaretiydi. Bu nedenle, İslam dininin temel ilkeleri üç şeydir, Şii mezhebinin temel ilkeleri ise, bu üç şeye ek olarak adalet ve imamet ilkeleridir denirdi.

 

Adalet ve Hikmet

Daha önce de söylediğimiz gibi, Allah'ın sıfatları arasında, şüpheler ve itirazlar açısından birbirine yakın olan iki sıfat vardır: Adalet ve hikmet.

 

Allah'ın adil olması, hiçbir varlığın hak ettiğini ihmal etmemesi ve herkese hak ettiğini vermesi anlamına gelir. Hikmetli olması ise, yaratılış sisteminin en mükemmel ve en uygun sistem olması demektir.

Nasîrüddin Tûsî şöyle diyor:

Gerçek olan hükümden başka hüküm yoktur,

Hakikatin hükmünden fazla olan bir hüküm yoktur.

Her şey olması gerektiği gibidir,

Olması gerektiği gibi olmayan bir şey yoktur.

 

Hikmet ve ilahi inayetin gereği, dünya ve varlığın bir amacı ve anlamı olmasıdır. Var olan her şey ya kendisi hayırdır ya da hayra ulaşmak içindir.

 

"Hikmet", Allah'ın bilen ve irade eden sıfatlarının bir tezahürüdür ve evren için "gaye sebebi" ilkesini açıklar. Ancak "adalet", ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili değildir. Adalet, söylendiği gibi, Allah'ın fiili sıfatlarındandır, zatî sıfatlarından değil.

 

"Adalet" ve "hikmet" konusundaki ortak itiraz, kötülükler ve talihsizliklerin varlığıdır. Daha geniş bir ifadeyle, "şer meselesi"dir. "Şer meselesi", ilahi adalete bir itiraz olarak "zulüm" başlığı altında ele alınabileceği gibi, ilahi hikmete bir itiraz olarak "amaçsız olaylar" başlığı altında da değerlendirilebilir. Bu nedenle materyalizme yönelmenin sebeplerinden biri olarak da görülür. Örneğin canlıların tehlikelere karşı "savunma" ve "koruma" mekanizmalarını ilahi düzen ve hikmetin bir kanıtı olarak kabul ettiğimizde, hemen şu soru ortaya çıkar: Neden öncelikle tehlike var olmalı ki savunma ve koruma sistemlerine ihtiyaç duyulsun? Neden zarar veren mikroplar var olmalı ki beyaz kan hücreleri tarafından onlarla savaşılsın? Neden keskin dişli yırtıcılar yaratılsın ki hızlı koşan ayaklar veya savunma için boynuz gibi araçlara ihtiyaç duyulsun? Hayvanlar dünyasında bir yanda zayıf ve av olan hayvanlarda korku ve tehlikeden kaçma içgüdüsü varken, diğer yanda güçlü ve avcı hayvanlarda vahşilik ve yırtıcılık bulunur.

İnsan için ise şu soru ortaya çıkar: Neden saldırı ve tecavüz faktörü var olmalı ki bilinçli ve hesaplı savunma mekanizmaları geliştirilsin?

 

Bu sorular ve itirazlar, çözümleri derin ve detaylı analizler gerektiren sorulardır. Adeta bir girdap gibi, birçok insanı içine çekmiştir. Gerçekten de burada şu söylenebilir:

Bu girdapta binlerce gemi battı,

Hiçbirinden bir tahta parçası kıyıya ulaşmadı.

 

İkicilik (düalist) ve materyalist felsefeler, genellikle bu korkunç girdapta şekillenmiştir.




Bu haber 369 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER AKAİT Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI