Bugun...



Kur’an-ı Kerim ve Mezhepçilik

Bismillahirrahmanirrahim

facebook-paylas
Güncelleme: 25-06-2021 08:55:23 Tarih: 24-06-2021 17:34

Kur’an-ı Kerim ve Mezhepçilik

Soru: Kur’an, Enam suresi, ayet 159 da mezhepçiliği kötülerken, siz nasıl oluyor da mezhepçiliği savunuyorsunuz; Kur'an'la çelişmiyor musunuz?

Cevap: Muhterem kardeşim, bizim mezhepçiliği savunduğumuzu siz nereden çıkardınız? Bu itirazı asıl o kimselere yapmalısınız ki, Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra haklarında hiçbir muteber referans bulunmayan kimseleri öne geçirdiler ve Ehl-i Beyt'in (a.s) rehberlik ve merciliğine dair onlarca İlahi ve Nebevi referans bulunduğu halde, onları arka plana itip ümmetin gündeminden çıkardılar ve ümmetin bunca fırkalara bölünmesine zemin hazırladılar.

Evet aziz kardeşim, biz, bizzat Hz. Resulullah'ın (s.a.a) çizdiği ve ümmete gösterdiği, ondan sonra da pak ve tertemiz Ehl-i Beyt'i (a.s) vasıtasıyla devam ettirilen yolun yolcusu olduğumuza inanıyoruz. Evet biz, bizzat İlahi ve Nebevi referanslara dayanarak, Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra onun Ehl-i Beyt'ini (a.s) her konuda takip etmekteyiz. Kur'an'ın sahih tefsirini ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahih sünnetini, kısacası gerçek İslam'ı o kanaldan öğrenmeğe çalışmaktayız.

“Ehl-i Beyt'e (a.s) neden bu kadar önem veriyor ve onları her konuda örnek ve önder ediniyorsunuz?” diye sorarsanız, kısaca cevabımız şöyle olur:

Aziz kardeşim, Ehl-i Beyt'e (a.s) biz değil, Allah-u Teâlâ ve Allah'ın Yüce Resulü (s.a.a) önem vermiş ve ön plana çıkarmıştır. Bizim yaptığımız ise, onlara “lebbeyk” demekten başka bir şey değildir. Biz Kur'ân ve sünnetten bunun en önemli ve en çarpıcı delil ve şahitlerine aşağıda kısaca değinmeye çalışacağız. Ancak önce önemli bir hususun altını çizerek geçmek istiyoruz:

Maalesef çoğu zaman bir çoğumuz neyin doğru, neyin yanlış, neyin önemli ve neyin önemsiz olduğunu Kur'ân ve sünnet ölçülerine göre değil, kendi kafamıza göre ve bir takım ön yargılara dayanarak değerlendirmeğe çalışıyoruz. Oysa Kur'ân ve sahih sünnete müracaat ettiğimizde durumun hiç de öyle olmadığını pekala görürüz. İşte üzerinde durmak istediğimiz mevzuda da maalesef aynı durum söz konusudur.

Biz inanıyoruz ki Kur'ân ve sünneti, ciddi, tarafsız, ön yargılardan uzak bir şekilde ve değişik kanal ve kaynakları dikkate alarak tetkik eden bir kimse, bize hak vererek, söz konusu eleştirilerden vazgeçip, aslında asırlardır ümmet arasında tam tersi bir durum yaşandığını ve sürekli Ehl-i Beyt'in (a.s) birileri tarafından arka plana itildiğini; müslümanların fikri ve içtimai sahalarından uzaklaştırıldığını ve alternatif olarak hep başkalarının ileri sürüldüğünü; kısaca Ehl-i Beyt'i (a.s) ümmete tam anlamıyla unutturmak istediklerini ve maalesef büyük ölçüde de bunu başardıklarını büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde görecek ve neden böyle olduğuna teessüf edecektir.

Evet kardeşim, şimdi sizi Rabb'imizin Kitabı ve Resül'ünün (s.a.a) vahye dayanan nurlu sözleri ve kendi akıl ve vicdanınızla başbaşa bırakıyorum:

Allah-u Teâlâ'nın "Tathir ayetinde"[1] Ehl-i Beyt'in (a.s) her türlü kötülük ve fenalıktan uzak tutulduğunu ilan etmesi, onlara ayrıcalık kazandırmak, onlar hakkında kesin bir ilahi garanti vermek için değil de nedir? Başka herhangi bir grup veya şahıs hakkında böyle açık ve kesin bir ilahi referans gösterilebilir mi?

"Meveddet ayetinde"[2] Hz. Resulullah'ın (s.a.a) 23 yıllık risaletinin karşılığı olarak Ehl-i Beyt'inin (a.s) sevgi ve muhabbetinin ümmete farz kılınışı, Ehl-i Beyt'in (a.s) ön plana çıkarılması, o ilahi insanların daima ümmetin gündeminde tutulması, unutulmaması ve takip edilmesini sağlamak için değil de nedir?

Hak Teâla'nın "Mübâhele ayetini"[3] indirerek, Necran Hristiyanlarıyla lanetleşmek ve Hz. Resul'ün (s.a.a) dualarına “âmin” diyebilmek için o kadar sahabenin ve mü'minlerin arasından, sadece Hz. Ali'yi (a.s), o kadar sahabenin ve mümine kadının (Hz. Resullah'ın (s.a.a) muhterem zevceleri de dahil) arasından, sadece Hz. Fatıma'yı (s.a), o kadar sahabi çocuklarının arasından sadece Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin'i (a.s) kendisiyle o hassas ve ilahi sahneye çıkarılmasını Hz. Resulü'ne (s.a.a) emretmesi ve en önemlisi, bu ayette Hz. Ali'yi (a.s), Hz. Resullah'ın (s.a.a) canı ve özü gibi tanıtması, Ehl-i Beyt'i (a.s) ön plana çıkarmak, bütün ümmetin arasında onlara ayrıcalık kazandırmak ve kimsenin ulaşamadığı bir üstünlük ve fazileti onlara atfetmek için değil de nedir?

"Salavât ayetini"[4] tefsir ederken Allah Resulü'nün (s.a.a), ebter (soyu kesik) salavat getirilmemesi ve kendisiyle birlikte Ehl-i Beyti'ne (a.s) de salat ve selam edilmesi gerektiğini önemle vurgulayarak ümmetine emretmesi; öte yandan namazlarda yine Hz. Resulullah (s.a.a) ile birlikte Ehl-i Beyti'ne (a.s) de salat ve tahiyyat okunmasının farz kılınışı; Ehl-i Beyt'i (a.s) ilelebet yaşatma; onlara örneklik ve önderlik konumu kazandırma maksadıyla değil de nedir? Buna, bunun dışında bir yorum getirmek, hekim olan Allah'a ve Resulü'ne abesi isnâd olmaz mı?

Hz. Resulullah'tan (s.a.a) mütevatiren nakledilen "Sekaleyn" hadisinde[5] Allah Resul'ü (s.a.a), Ehl-i Beyti'ni (a.s) Kur'ân'la eşleştirip, kıyamete kadar ümmetine emanet olarak bırakırken, neyi amaçlıyordu? Aynı hadiste ümmeti, Kur'ân ve Ehl-i Beyt'e (a.s) birlikte sarılarak dalaletten korunmalarını emrederken, acaba neyi kastediyordu?

Ehl-i Beyti'ni (a.s) "Nuh'un Gemisine"[6] benzetip, ona binenlerin kurtulacağını ve binmeyenlerin helak olacağını buyururken, acaba ümmetine hangi mesajı vermek istiyordu?

"İslam'ın temeli, beni ve Ehl-i Beyt'i mi sevmektir"[7] buyurduğunda, insanın hayatında hiçbir rol oynamayan ve başka sevgilerden hiçbir farkı olmayan, hatta Ehl-i Beyt'in (a.s) dışında, hatta bazan karşısında olan kimselere beslenen muhabbetin aynısı veya daha aşağısı, kupkuru bir sevgiyi mi İslam'ın temeli olarak nitelemek istiyordu?! Hz. Peygamber'i (s.a.a) sevip de onun yolunu takip etmeyenin, onu kendisine örnek ve önder edinmeyenin sevgisi gerçek bir sevgi olabilir mi? Dinin temeli olarak nitelendirilebilir mi?  Buna paralel olarak zikrettiği Ehl-i Beyti'nin (a.s) sevgisi nasıl?!

"Benim Ehl-i Beyt'imi kendi aranızda bedenden bir baş ve baştan iki göz yerine koyun"[8] buyruğunu düşünelim. Acaba başsız bir bedenin yaşadığını ve gözsüz bir başın aydınlık ve nuru gördüğünü gören veya iddia eden var mı?

"Hiçbir kimse biz Ehl-i Beyt'le kıyaslanamaz"[9] buyurduğunda, Allah'ın hikmet sahibi Resulü (s.a.a) başka birileriyle farkı olmayan, hatta amelen onlardan daha aşağı görülen, tutulan bir Ehl-i Beyt'ten mi söz ediyordu?

Fahri Kainat Efendimizin (s.a.a) şu hadislerini hiç okuduk mu? Okuduysak üzerinde hiç düşündük mü? Düşünüp de hayatımıza yansıttık mı?:

"Yıldızlar yer ehlinin boğulmaktan kurtulma güvencesi olduğu gibi, benim Ehl-i Beyt'im de ümmetimin ihtilaftan korunma güvencesidir. Şu halde Arap'tan herhangi bir topluluk onlara karşı gelirse, ihtilafa düşüp, İblis'in hizbinden olurlar."[10]

"Kim benim gibi yaşamayı, benim gibi ölmeyi ve Adn cennetinde yerleşmeyi seviyorsa, benden sonra Ali'nin velayetine girsin ve onun veli kıldığı kimseyi veli kabul etsin ve benden sonra imamlara uysun; zira onlar benim Ehl-i Beyt'imdirler; benim tıynetimden yaratılmış, (ilahi bir) ilim ve idrak nasiplenmişlerdir. Ümmetimden onların üstünlüğünü inkar eden, onlarla benim aramdaki yakınlık bağını koparanlara yazıklar olsun; Allah onları benim şefaatime nail etmesin."[11]

Evet, okyanustan damla misali verdiğimiz bu ayet ve hadisler üzerinde Allah rızası için biraz düşünelim. Sonra ümmetin geçmişten günümüze dek sürüp gelen durumunu bir gözden geçirelim. Acaba ümmet, Ehl-i Beyt'i (a.s) bu ayet ve hadislerin istediği yere koydu mu? İlim ve irfanı mı onlardan aldı, fıkhını mı, tefsirini mi, hadisini mi, hangisini?!

Ebu Hureyre'den altı bine yakın hadis nakledenler, Hz. Hasan'dan (a.s) altmış tanesini nakletmiş midir? İbn-i Ömer'den iki binden fazla hadis nakleden kaynaklar, Hz. Hüseyin'den (a.s) yirmi tanesini nakletmiş midir? Ümmü’l mü'minin Aişe'den iki bini aşkın hadis nakleden hadisçilerimiz, herhalde Hz. Fatıma'dan (s.a) nakledecek kırk hadis bile bulamamışlardır? Diyelim ki bunlar kendi babalarının ilim ve irfanından gereği gibi istifade edememişlerdir (haşa); ama Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ilim şehrinin kapısı olan,[12] küçük yaştan risalet elinde yetişen, gece gündüz onun yanından ayrılmayan Hz. Ali'den (a.s) kaç hadis nakletmişlerdir acaba? İlim hikmetin dokuz payına sahip olan ve iki yıl (naklettiklerine göre) Hz. Resulullah'tan (s.a.a) istifade edebilen Ebu Hureyre'ye nazaran kıyaslanamayacak kadar azdır.

İbn-i Mülcem'in Hz. Ali'ye (a.s) vurduğu darbeyi insin ve cinsin ibadetine bedel bilen harici İmran b. Hattan'dan, valiliği zamanında işlediği cinayetlerle tanınan ve Ümeyyeoğulları'ndan aldığı altın keselerine karşılık fabrika gibi hadis üreten Semure b. Cündeb'ten Kerbela'da Emevi ordusun başında Hz. Peygamber’in (s.a.a)  evlatlarını hunharca katlettiren Ömer b. Sa'd'dan hadis nakleden hadisçilerimiz, neden Ehl-i Beyt imamlarına (a.s) gelince ihtiyatlı davranmayı yeğliyorlar?

Neden bugün diğer mezhep imamlarının yanı sıra, Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s), özellikle dört mezhep imamının direk veya dolaylı olarak üstadı sayılan İmam Cafer'i Sadık'ın (a.s) görüşleri de ilmihaller de, fıkıh kitaplarında zikredilmiyor? Bu mu Ehl-i Beyt'in (a.s) gemisine binmek ve onları bedendeki baş ve baştaki göz mesabesinde görmek?

Belki bazıları “Bunlar geçmişte yapılan ve geçmişte kalan bazı hatalardır; bu yüzden bunları tekrar gündeme getirmenin ne anlamı var?” diyebilirler. Fakat aynı hatalar yine yapılıyorsa, ne yapmalı? Bu gün sözleri itibar gören bazı sözde araştırmacı yazarların bunca ayet ve hadislere ragmen, "Bir milleti Ali'ye, Fatıma'ya, Hasan ve Hüseyin'ne endekslerseniz, o millete yazık etmiş olursunuz" buyruğuna ne demeli? Acaba kim kendine ve ümmete yazık etmiştir? Kur'ân ve sünnete “lebbeyk” diyerek, Ehl-i Beyt'i (a.s) kendilerine rehber ve mihver edinenler mi, yoksa başkaları mı? Geçmiş tarihimizi basiret gözüyle irdeleyen kimseye sorunun cevabını bulmak zor olmasa gerek.

Evet bizler, Müslümanlar olarak artık bir an evvel bu büyük gafletten uyanıp, Hz. Resulullah'ın (s.a.a)  ümmetine emanet olarak bıraktığı ama tarih boyunca ümmet arasında hep garip ve meçhul kalan veya bırakılan ve hiçbir zaman hakkıyla tanınmayan bu gizli hazineyi, bu tertemiz ilim ve marifet pınarını ve bizi kesintisiz, katıksız ve mutmain bir kanalla Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ilim ve marifet deryasına bağlayan bu altın silsileyi, imkanlar ve kaynaklar elverdiği ölçüde tanımağa ve keşfetmeğe ve insanımıza tanıtmağa çalışmalıyız ki böyle bir şey gerçekleşirse, o zaman bir yandan Müslümanlar, asırlardır ne kadar büyük ve önemli bir hazineden mahrum kaldıklarını fark edip, geçmişi telafiye çalışırlar; diğer yandan bir grup garez sahibi veya cahil kimseler de bir takım uydurma rivayete dayanarak, işi tâ sünneti inkara kadar götüremezler.

Burada yeri gelmişken bazıları tarafından ortaya atılan bir diğer soruyu da cevaplandırmak istiyoruz. Deniliyor ki: "Evet, bu anlattıklarınızda haklı olabilirsiniz; verdiğiniz Kur'ânî ve nebevi referanslara da diyeceğimiz yok. Ancak sorun bununla bitmiyor; zira bugün Ehl-i Beyt'e isnad edilen şeylerin doğru olup olmadığı bizlere meçhuldür. Eğer bunların gerçekten Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin , İmam Cafer-i Sadık veya Ehl-i Beyt imamlarından herhangi birisine ait olduğuna kanaât getirirsek, ona uymakta tereddüt etmeyiz. Ancak gerçekten onlara ait olup olamadığında şüpheliyiz; onların dillerine de uydurulmuş olabilir.

Evet bu, ilk etapta haklı ve yerinde bir itiraz olarak görülebilir; ancak biraz dikkat edilirse, göreceğiz ki evvela aynı sorun diğer şahsiyetler hakkında da söz konusudur. Örneğin İmam Eş'ari'ye, İmam Maturidi'ye, Ebu Hanife'ye vb. şahsiyetlere isnad edilen görüşlerin gerçekten onlara ait olup olmadığını nereden ve nasıl anlıyorsunuz? Yoksa onların doğru olduğuna dair birisine vahiy mi inmiştir? Bunlara karşı ne yapıyorsak, onlara karşı da aynısını yapmalıyız; zira bugün elde bulunan kaynaklara müracaat etmekten başka bir çaremiz ve alternatifimiz bulunmamaktadır. Elbette kimse, "Önüne çıkana körü körüne sarıl" demiyor. Mutlaka bir takım aklî ve naklî ölçülere, kıstaslara dayanıp hangisinin doğru, hangisinin yanlış, hangisinin güçlü, hangisinin zayıf olduğunu tespit etmeye çalışmalıdır.

Bugün artık Ehl-i Sünnet arasında en muteber kaynaklar olarak bilinen ve hatta “sahih” adı verilen kaynaklarda dahi (Buhari, Müslim, vb. gibi), bir çok zayıf, yanlış, akıl ve mantık dışı rivayetler, bir çok âlim tarafından tespit edilerek, apaçık bir şekilde ortaya konmuştur. Kısaca bu tür sudan bahanelerle Ehl-i Beyt'e (a.s) isnat edilen kaynaklardan ve görüşlerden uzak durmağa çalışan kimse, ancak kendisine yazık eder ve eşi, emsali bulunmayan bir ilim, irfan ve nur kaynağına açılan kapıyı yüzüne kapatmış olur. Sonra böyle bir tavır içerisine giren kimse bir anlamda kendisine güvenmiyor demektir.

Ayriyeten şunu da açık bir şekilde söylemeliyiz ki Ehl-i Beyt (a.s) yolunda olduğunu, onları imam ve önder olarak kabul ettiğini dilde söylemekle iş bitmiyor. Gerçek anlamda ve her konuda, hayatın bütün sahalarında Ehl-i Beyt'i (a.s) örnek alan ve gerçekten Ehl-i Beyt'ce (a.s) yaşayan bir kimse, ancak iddiasında sadık olabilir. Bu yüzden bizim Ehl-i Beyt (a.s) yolunu takip ettiklerini ileri süren Alevi, Bektaşi, Caferi, vb. isimleri kullanan kardeşlerimize de acizane çağrımız, herkesin kendisini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutmalı; ister fikri ve isterse ameli olarak Ehl-i Beyt'i (a.s) ne kadar tanıdıklarını, anladıklarını ve yaşadıklarını gözden geçirmelidirler.

Evet, önce Ehl-i Beyt'in (a.s) nasıl düşündüklerini ve nasıl yaşadıklarını sahih, senetli ve birinci el kaynaklardan tanımaya çalışmalı, sonra da bizim onlara ne kadar benzeyip benzemediğimizi değerlendirmeğe tabi tutmalıyız.

Kısacası bugün ister Sünni ve isterse Alevi veya diğer Müslüman grupların hepsinin birleşme noktası olan ve bir anlamda ümmetin yitik ve gizli hazineleri konumunu taşıyan Ehl-i Beyt'i (a.s) hep birlikte yeniden keşfetmeğe, tanımağa çalışmalı ve tarih boyunca devam ede gelen bu yanlışa son vermeli ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) emanetine sahip çıkmalıyız.

İnşaallah bu açıklamalardan sonra kimin mezhepçilik yaptığını ve kimin bizzat İlahi ve Nebevi referanslara uygun hareket ettiğini, kimin Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra ümmetinin bölünüp parçalanmasına vesile olduğunu sizin hür vicdanınıza ve İslamî insafınıza bırakıyoruz. Allah'a emanet olun.

 

-----------------

[1]- "Allah, yalnızca siz Ehl-i Beyt'ten, her türlü pislik ve fenalığı uzaklaştırıp, sizi tertemiz kılmak ister." (Ahzab, 33)

[2]- "Ey Peygamber! De ki, - ben bu (tebliğ ve zahmetlerime) karşı, yakınlarımı sevmekten başka sizden hiçbir karşılık istemiyorum." (Şura, 23)

[3]- "Ey Peygamber! Sana gelen bilgiden sonra, kim seninle bu hususta tartışacak olursa, de ki: 'Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi (kendimiz mesabesinde olanları) ve kendinizi çağıralım; sonra Allah'ın lanetini yalancıların üzerine kılalım." (Âl-i İmrân, 61)

[4]- "Şüphe yok ki Allah ve melekleri, Peygamber'e salât ederler. Ey inananlar! Siz de ona salât edin ve tam teslimiyetle ona selam verin." (Ahzâb, 56)

[5]- "Ben sizin aranızda iki paha biçilmez emanet bırakıyorum; o ikisine sarıldığınız müddetçe asla dalalete düşmezsiniz; Allah'ın Kitabı (Kur'ân) ve Ehl-i Beyt'im olan itretimdir. Hiç şüphesiz bu ikisi (Kevser) havuzu başında bana gelinceye kadar, hiçbir zaman birbirinden ayrılmazlar. Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız?"

Bu hadis, başta “Sahih-i Müslim” olmak üzere en muteber hadis kaynaklarında değişik senetlerle mütevatir bir şekilde nakledilmiştir. İbn-i Hacer, “Sevaikü’l Muhrika” kitabında 27 değişik senetle nakledildiğini söylüyor. Senetler ve kaynaklar hususunda daha geniş bilgi edinmek isteyenler "Ehl-i Beyt Mesajı" isimli derginin 1. sayısına müracaat edebilirler.

İlginçtir ki İbn-i Hacer de diğer bir çok âlim gibi, “Râfızî” diye nitelendirdiği Ehl-i Beyt (a.s) takipçilerine hitap ederek, şöyle diyor: "Rafızîler boşuna heveslenmesinler; gerçek Ehl-i Beyt dostları bizleriz (Ehl-i Sünnet'i kastediyor); Ehl-i Beyt'e sarılanlar, onların kurtuluş gemisine binenler, Ali'nin gerçek Şiaları bizleriz!"

Ehl-i Beyt (a.s) mektebinin büyük âlimlerinden Allâme Şerafuddîn, bir kitabında İbn-i Hacer'in bu sözünün altına şu şerhi düşmüştür: "Keşke İbn-i Hacer'e bir sorabilseydim; sayın İbn-i Hacer, Ehl-i Beyt senin hayatının neresindedir? Hangi konuda onları örnek ve önder olarak kabul ettin ki böyle büyük bir iddiâda bulunuyorsun? Bakıyorum, itikatta imamın Eş'ari'dir; fıkıhta Şafii; tefsirde Katedlerin, Mücahidlerin... görüşlerini esas alıyorsun; hadiste ve diğer konularda da durum daha farklı değildir. Bu mu Ehl-i Beyt'e (a.s) sarılmak? Bu mu Ehl-i Beyt'in (a.s) gemisine binmek? Ve....

[6]- Müstedrekü’s-Sahihayn (Hâkim Nişâburi), c. 3, s. 163, Hadis: 4720; Câmiu’s-Sağir (Süyuti), c. 2, s. 533, Hadis: 8162.

[7]- Ed-Dürrü’l Mensur (Süyuti), c. 7, s. 350; Kenzü’l Ummâl (Muttaki Hindi), c. 12, s. 105, Hadis: 34206.

[8]- Mecmaü’z-Zevaid (Heysemi), c. 1, s. 172; İs'afü’r-Rağibin, s. 114; Raşfetü’s-Sâdi, s. 91.

[9]- Feraidü’s-Simtayn, c. 1, s. 45; Zehairü’l Ukba, s. 17; Yenabiü’l Mevedde, c. 2, s. 114.

[10]- Müstedrekü’s-Sahihayn, c. 3, s. 162, Hadis: 4715; Es-Sevaikü’l Muhrika (İbn-i Hacer), s.150, Mecmeü’z-Zevâid, c. 9, s. 179.

[11]- Hilyetü’l Evliyâ (Ebu Nuaym El-İsfahânî) c. 1, s. 86; Kenzü’l Ummâl, c. 6, s. 217.

[12]- Müstedrekü’s-Sahihayn, c. 3, s. 126-127; Üsdü’l Ğâbe, c. 4, s. 22; Câmiü’s-Sağir, c. 1, s. 93.




Bu haber 1133 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER SORU-CEVAP Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI