Bugun...



Abdest Ayeti - 2

Abdest Ayeti - 2

facebook-paylas
Tarih: 03-09-2021 15:24

Abdest Ayeti - 2

Ehl-i Sünnet Âlimlerinden Bazılarının Konu Hakkındaki Görüşleri

 Burada son olarak Ehl-i Sünnet camiasının ileri gelen âlim ve tefsircilerinden bazılarının da konu hakkındaki görüşlerini ve âyete getirdikleri yorum ve tevilleri kendi kaynaklarından sizlere aktarıp kararı kendinize bırakacağız:

1-İmâm Fahruddin er-Râzî (Vefat: 606 H.):

O kendi tefsirinde şöyle diyor konu hakkında:

"Meshi farz bilenlerin delilleri, "Ercül" kelimesindeki naklolan iki meşhur kırâata dayalıdır. Kırâat imâmlarından İbn-i Kesir, Hamza, Ebu Amr ve -Ebu Bekr’in rivâyetine göre- Asım, lafzı, cerr (esre) ile, "Ercülikum" şeklinde okumuşlardır. Nâfi', İbn-i Amr ve -Hafs'ın rivâyetine göre- Âsım, nasb (üstün) ile, "Ercülekum" şeklinde okumuşlardır.

Sonra şöyle ekliyor:

"Ercül kelimesi esreyle, yani "Ercülikum" okunursa, o zaman "Ruus" kelimesine atfedilir. Yani, başın meshedilmesinin farz olduğu gibi ayakların da meshedilmesi farz olur."

Fahr-i Râzî sonra şöyle diyor:

"Eğer bir kimse: "Ercül kelimesinin esreli oluşu, Ruus kelimesine matuf olduğundan değil, "Cerr-i civâr"dan dolayıdır. Örneğin: "Cuhru zabbin haribin" cümlesinde "Harib" kelimesi, "Zabbin" kelimesiyle bir arada olduğundan dolayı esreli okunmuştur. Veya "Kebir-u unâsin fî bicadin müzzemmilin" cümlesindeki "Müzzemmil" kelimesi, "Bicâdin" kelimesiyle bir araya geldiğinden dolayı esreli olmuştur" derse cevabında deriz ki: "Şu bir kaç delile göre bu doğru değildir:

1-"Cerr-i civâr" gerekçesiyle kelimeyi esreli okumak dilbilgisi açısından kural dışı bir uygulamadır ve ancak şiirlerde zaruret dolayısıyla bu tür garip yollara başvurulabilir. Kur'ân-ı Kerim'i böyle kural dışı garip tabirlerden tenzih etmek gerekir.

2-"Cuhru zabbin haribin" gibi "Cerr-i civar" yöntemiyle okumak, ifade yönünden herhangi bir şüphe ve karışıklığa yol açmadığı taktirde uygulanabilir. Örneğin, söz konusu örnekte herhangi bir yanlış anlama söz konusu değildir. Çünkü, "Harib", "Zabb"in sıfatı olamaz, sadece "cuhr"un haberi olabilir. Ama abdest ayetinde bu yönteme başvurarak esreli okumak, mana yönünden belirsizliğe yol açtığı için uygulanamaz. "Cerr-i civar" gereği esre, ancak harf-i atıf olmadığı yerde olur. (Abdest ayetinde ise harf-i atıf vardır). Harf-i atıfla birlikte "Cerr-i civar" kuralının da gelmesini hiç kimse söylememiştir."

Fahr-i Râzî sonra şöyle devam ediyor:

"Bir grup âlimler, "Ercül" kelimesinin nasb (üstün) ile okunmasının da meshi gerektirdiğini söylemişlerdir. Çünkü "Ercülekum", "Bi-ruusikum" yerine mâtuftur. Bu kelime, "mef'ulün bih" olduğundan dolayı mahallen mensuptur. Fakat lafzan "Ba-i Carre" ile mecrurdur. "Ercülekum"un, "Ruus" kelimesinin mahalline atfedilip mensup okunması câiz olduğu gibi, "Ruus" kelimesinin zahirine atfederek mecrur okunması da câizdir."

Fahr-i Râzî daha sonra şöyle diyor:

"Binaenaleyh, "Ercül"e de nasb veren âmilin "Vemsehu" veya "Feğsilu" [63] olduğunu diyebiliriz. Ama eğer iki âmil bir ma'mülde toplanırsa, en yakın âmilin amel etmesi daha uygundur. [64] Öyleyse dediklerimize nazaran, Allah-u Teâlâ'nın sözündeki "Ercülekum" lafzına nasb (üstün) veren âmil "Vemsehu"dur."

Fahr-i Râzî yine şöyle diyor:

"Buna göre "Ercülekum"un lamını nasb (üstün) ile okumak da ayakların meshedilmesini gerektirmektedir."

Daha sonra şöyle devam ediyor:

"Âlimlerin, hadislere dayanarak ayağın meshedilmesi farz değildir, demeleri doğru değildir. Çünkü (bu konudaki) tüm hadisler, "Ahbar-ı ahad" babındandır. Kur'ân'ı, "Haber-i vahid" ile neshetmek ise câiz değildir."

Bütün bu delillere değinmesine rağmen, Fahr-i Râzi görüşünü şöyle açıklıyor:

"Ayağı yıkamak hakkında çok hadis nakledilmiştir; bu yüzden yıkamak ihtiyata daha yakındır; çünkü yıkamak meshi de kapsamaktadır; ama bunun aksi öyle değildir.. Bundan dolayı yıkamak farzdır. Demek ki, ayakları yıkamanın meshin yerine geçerli olduğu kesindir." [65]

Fahr-i Râzî'nin, "yıkamak meshi de kapsamaktadır sözü, bizce apaçık bir yanılgıdır. Çünkü gasl (yıkamak) ve mesh, lügat, örf ve şeriatta bir birine zıt iki ayrı hakikattir. Gaslın gerçekleşmesi için suyun az da olsa abdest uzuvlarında akması gerekir. Ama meshin gerçekleşmesi için suyun abdest uzuvlarında akmaması ve sadece elin ayağın üzerine çekilmesi şarttır. Binaenaleyh gasl, kesinlikle meshin yerini almaz. Ama gerçek olan şudur ki, Fahr-i Râzî, iki mahzurun arasında kalmış; ya apaçık âyete muhalefet etmek veya onun görüşüne göre sahih olan hadislere muhalefet etmek. Bu çıkmazdan kurtulmak için, "Gasl (yıkamak) meshi de kapsamaktadır; bu ihtiyata daha uygundur, meshin yerine de geçerlidir" diyerek zannınca âyetle hadisin arasını cem' etmeğe çalışmıştır.

Kim onun bu söz ve müdafaasına dikkatlice bakacak olursa, onun bir çıkmazda olduğunu açıkça görecektir. Eğer âyet meshin farz olmasını açıkça bildirmeseydi o, gaslin (yıkamanın), meshin yerine geçerli olacağını söylemeye ihtiyaç bile duymazdı.

2-Şeyh İbrâhim Halebî:

Meşhur Ehl-i Sünnet fakihi Şeyh İbrâhim Halebî, "Ğunyet-ül Mütemellî, fi Şerhî Münyet-il Musallî, Ale'l Mezheb-il Hanefi" kitabında abdestle ilgili âyet hakkında bahsederken şöyle demiştir:

"Abdest âyetinde geçen "Ercülekum" kelimesi, Kurrâ-i Seb'a (Yedi Kârî) arasında hem esre, hem de üstün ile okunmuştur. Üstün ile okunması "Vücuhekum" yerine atfedildiğinden, esre ile okunması da "Cerr-i civâr"dan dolayıdır. Ama doğru olan şu ki: "Ercül" kelimesi her iki kırâatta "Ruus" yerine matuftur; üstün ile okunduğu takdirde mahalline, esre ile okunduğu takdirde de lafzına matuftur."

Daha sonra şöyle devam ediyor:

"Ercülekum"u, "Vücuhekum"a atfetmek câiz değildir. Çünkü matufla matufun aleyh arasında yabancı bir cümle (Vemsehu bi-ruusikum) vaki olarak onların arasına ayrılık düşüyor. Oysaki bu ikisinin arasında bir kelime dahi yer alamaz; nerede kaldı ki bir cümle vaki olsun."

Merhum Şeyh İbrahim Halebî sonra şöyle diyor:

"Fesahatli hiçbir kimsenin sözünde "Zerebtu Zeyden ve merertu bi Bekrin ve Amren" diyerek, Amr'ı Zeyd'in yerine atfetmesini duymuş değilim. Cerr-i civara gelince, bu tür tabir çok nadir olarak sıfatlarda kullanılmaktadır. Örneğin bazıları şöyle demiştir: "Haza cuhru zabbin haribin" Te'kid'de ise sadece bir şiirde geçmiştir:

"Ya sahibu," belliğ zeviz-zevecati kullihim: En leyse vaslun iz-in hallet ure'z-zenebi" Ferrâ'nın naklettiğine göre "kullihim" cerr-i civardan dolayı esreyle okunmuştur."

Sonra şunu da sözüne ekliyor:

"Ama atıf harflerinde "Cerr-i civar" kuralını uygulamak kesinlikle câiz değildir. Çünkü atıf, cerr-i civarı engelliyor."

İşte bunlar Şeyh İbrâhim Halebî'nin sözleridir." [66] Ama bütün bunlara rağmen o da sırf bazı rivayetlere itibar ederek yıkamayı seçmiştir.

3-Sindî (Ebu-l Hasan Muhammed b. Abd-ül Hâdî):

Yine Ehl-i Sünnet'e mensup meşhur âlimlerden, Sindî ismiyle meşhur olan Ebu-l Hasan Muhammed b. Abdülhâdi, İbn-i Mâce’nin sünenine yazdığı haşiyesinde de, Kur'ân'ın zahirinden meshin anlaşıldığına yakin ettiğini itiraf ederek, şöyle diyor:

"Kur'ân'ın zahiri (abdest ayeti), meshi göstermektedir. Çünkü esreyle, yani "Ercülikum" şeklinde okunduğunda, "Ruusikum" yerine atfedilir; üstünle yani "Ercülekum" şeklinde okunduğunda da "Ruusikum"un mahalline atfedilir. (Her iki durum da meshi gerektirir.)

"Ercül"ün üstünle okunup "Ruus"ün mahalline atfedilmesi cerr-i civardan daha uygundur. Nitekim Nahiv ilminin bilginleri de buna tasrih etmişlerdir." Yine diyor ki: "Cerr-i civar Arapça'da pek azdır, ama mahalline atfetmek yaygın ve çoktur. Bu açıklamayla, matuf ve matufun aleyhin birbirinden ayrı düşmesinden de kurtulmuş oluruz. Bu beyana göre, Kur'ân'ın zâhiri, meshe delalet etmektedir." [67]

Sindî, sözünün bir diğer yerinde, önceden bizim de İbn-i Mâce'nin Sünen'inden naklettiğimiz Hz. Ali'ye isnâd edilen hadise atfen şöyle diyor: "Bu, ayaklarını mesheden Şia'ya tam anlamıyla bir reddir." Daha sonra şöyle ekliyor: "İşte bundan dolayı Musannif, (İbn-i Mâce) bu babda Ali'nin rivâyetini nakletmiş ve kitabın babına onun hadisiyle başlamıştır. O bu hadisi tahriç etmekle güzel bir iş sergilemiştir. Allah ona iyi mükafat versin."

Sindi sözüne şöyle devam ediyor:

"Kur'ân'ın zâhiri meshi gösteriyor. Nitekim İbn-i Abbas'ın hadisinde de mesh geçmiştir. Ama onu yıkama diye yorumlamak gerekir."[68]

İşte gördüğünüz gibi bu muhterem âlimler, âyetten anlaşılan mesh manasını açık bir şekilde itiraf etmelerine rağmen, yine de âyetle açık bir şekilde çelişen, bir çoğunun senedi kendi ölçülerine göre zayıf olan, yine kendi naklettikleri sahih senetli bir çok diğer hadislere ters düşen bazı rivâyetlerden nedense bir türlü vazgeçemiyor ve açıkça "Gerçi Kur'ân meshi diyor, ama yine de biz onu yıkama diye yorumlamalıyız" veya "Hadislerden de vazgeçemeyiz" diyebiliyorlar!

4-Zımahşerî (Cârullah Mahmud b. Ömer) (Vefat: 536 H.):

Zemahşeri, "El-Keşşâf" tefsirinde abdest âyeti hakkında filozofluk taslayarak şöyle demiştir:

"Yıkanan üç uzuv arasında yer alan "Ercül" (ayaklar) suyun onun üzerine dökülmesiyle yıkanıyor. Yıkanmasında, nehyedilen israfa yol açabileceğinden dolayı abdestte meshedilen üçüncü uzva (Ruus) atfedilmektedir. Bu atıf, onun meshedilmesi için değildir, sadece suyun onun üzerine dökülmesinde iktisatlı davranmanın gerekli olduğu içindir."

Zemahşerî sonra şöyle devam ediyor:

"Allah-u Teâlâ, "İle'l-Ka'beyn" tabiriyle de, ayağın meshedilmesini zannedenin zannını gidermek için onun nihayetini belirtmiştir. Çünkü meshin, İslâm şeriatında nihayeti belirlenmemiştir."

Zemahşerî'nin bu sözlerine karşı verecek cevabımız şudur ki, evvela ayakların meshini savunanlar, onun bir sınırı olmadığını ne zaman söylemişlerdir? Ya da ayağın meshine muhalif olanlar, "Eğer ayağın meshi murad olsaydı, bunun bir sınırı olmaması gerekirdi, halbuki burada "iki ka'b"a kadar sözüyle bunun sınırı belirlenmiştir, o halde yıkanması gerekir" sözünü nereden çıkarıyorlar acaba? Bizce bu kuru bir iddiadan başka bir şey değildir.

Sonra her kes biliyor ki âyette sadece bir tane "İmsehu" (meshedin) fiili mevcuttur; nasıl ve neye dayanarak sayın Zemahşerî, aynı fiilden baş için hakikî mesh manası, ayaklar içinse mecazî mesh (hafif ve israfsız yıkama) manası çıkarabiliyor?!

Kaldı ki sayın Zemahşerî'nin mantığına göre, israf etmek bazı yerde sakıncalı bazı yerde ise sakıncasızdır.  Aksi taktirde neden ayakların yıkanmasında mesh kelimesi kullanılarak insanlar israf etmemek için uyarılıyorlar da, yüz ve eller yıkanırken böyle bir uyarıya gerek duyulmuyor ve adeta istedikleri kadar su kullanabilmeleri için serbest bırakılıyorlar?! İsrâfın kötü olduğunda kimsenin bir tereddüdü yoktur; zaten Kur'ân-ı Kerim de muhtelif âyetlerinde bunu açıkça beyan etmektedir. Bizim itirazımız böyle açık bir hususun tekrar bu âyette, o da sadece belli bir yer için, üstelik oldukça müphem bir tabirle vurgulanmasınadır.

Bir de o, neden bu sözü başın meshinde söylemiyor? Eğer bir kimse başlar için kullanılan "Meshedin" fiilini de aynı onun dediği şekilde tefsir edip hiçbir delile dayanmadan, ondan hafif bir yıkama manası çıkarırsa, kabul edecek mi acaba?!

Kaldı ki burada birbirine atfedilmesine rağmen, başların meshiyle ayakların meshi farklı bir biçimde tefsir edilirse, aynı şey yine "Ve" harfiyle "Yüzler"e atfedilen "Eller" kelimesi için de söz konusu olabilir; orada da birisi kalkıp kafasına göre "Ellerin yıkanmasıyla yüzlerin yıkanması arasında fark vardır; kolların daha hafif yıkanması gerekir" derse, sayın Zımahşerî'nin verecek bir cevabı var mı?! Evet bunu söylemek ne kadar abes ise, onu söylemek de o kadar abestir.   

Gördüğünüz gibi Zımahşerî, kendi elleriyle kendisini açık bir tenakuzun içerisine sürüklemiştir. Evet, o bu sözleriyle "Ercül"ün, "Ruus" yerine atfedilmesinde hikmeti keşfettiğini, "İle-l Ka'beyn" tabirinin ayağı yıkamanın haddini belirlediğini iddia ediyor. Onun sözleri, İslâmî meseleleri, doğru yöntemlere dayanarak istihraç etme yerine, ayeti kendi mezhebine tatbik ve tevil etmenin açık bir örneğidir. Onun bu sözleri tefsir değil, bir nevi kehanettir. Ayakların yıkanmasını kesin ve zaruri kabul eden kimseden başkası için bu sözler hiç bir şey ifade etmez. Oysaki ayağı yıkamak ihtilaflı bir meseledir. Ama o, bunu nazara bile almamıştır. Oysaki kendi mezhebinin bilginleri bile, Kur'ân'ın zahirinin, meshin farz olmasını gösterdiğini itiraf etmektedirler. Kısacası bu konuda, "Ercü"lün, "Ruus"a atfedilmesiyle ilgili Nahiv kuralları bile tek başına bizim için yeterlidir.

5-Kurtubî (Ebu Bekr Yahyâ b. Sa'dun) (Vefat: 567 H.):

Ehl-i Sünnet'in meşhur müfessirlerinden  olan "Kurtubî", kendi tefsirinde, Taberî'nin  mükellefin yıkamayla meshetme arasında muhayyer olduğu görüşünü, "Nehhâs"ın da hem yıkayıp hem de meshetmesi gerektiği görüşünü naklettikten sonra şöyle diyor: "İbn-i Atiyye", "Ercül" kelimesini cerr (esre) ile kırâat edenlerden bazıları ayaklar için de meshedin hükmünün geçerli olduğunu kabul etmekle birlikte, bu meshin ayaklarda yıkama anlamına geldiğini savunmuşlardır." Kurtubî son görüşün ardından şu ifadeleri kullanmaktadır: "Evet doğru olan da budur. Zira "mesh" kelimesi müşterek bir lafızdır; hem meshetme hem de yıkama anlamında kullanılmıştır. Hirevî birkaç vasıtayla Ebu Zeyd-il Ensârî'den şöyle nakletmiştir; dedi ki: "Mesh Arap kelamında, hem yıkama hem de mesh etme anlamında kullanılmaktadır. Bu yüzden de organlarını yıkayan kimseye "Temessehe" (mesh etti) tabiri kullanılmıştır. Böylece Arap kelamında "Mesh" kelimesi, hem yıkama hem de mesh etme anlamında kullanılmaktadır. Böyle kullanıldığı sabit olduğu için de "Ercül" kelimesini esreyle okuyup ona yıkama manası yükleyenin görüşü tercih edilir.

Değerlendirme: Evvela yıkama ve mesh etmenin iki farklı kavram olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Ebu Zeyd-il Ensarî'den nakledilen söz ise meshin hakikî bir manasının da yıkama olduğunu ispatlamaz. O, mesh kelimesinin böyle de kullanıldığını söylemektedir. Bu ise onun o manada hakikî bir mana olarak kullanıldığını ispatlamaz. Naklettiği kullanış ise muhtemelen, organları yıkarken, elle onların sıvazlandığı dikkate alınarak yapılmıştır, onun hakiki bir manası olduğu için değil.

Saniyen diyelim ki "mesh"in bir manası da yıkama olsun, fakat bu mana ondan ancak cümlede tek başına kullanıldığı zaman anlaşılabilir; yoksa aynı cümlede hem "mesh" hem de "gasl" (yıkama) kelimesi kullanılırsa (abdest ayetinde olduğu gibi), o zaman her birisinden ayrı ayrı mana çıkarmak gerekir.

Nitekim aynı durum Arapça'da "Fakir" ve "Miskin" kelimeleri için söz konusudur. Yani bu iki kelime ayrı ayrı yerlerde kullanıldıklarında, ikisi de aynı mana da kullanılabilir; ancak her ikisi de aynı yerde kullanıldığı zaman, birbirinden farklı manaları ifade ederler.

Kaldı ki abdest ayetinde sadece bir "imsehu" fiili kullanılmıştır .Şimdi aynı fiilden başa göre meshetme, ayaklara göre ise yıkama manası anlayıp bir fiilden iki zıt manayı çıkarmak nasıl mümkün olabilir?!

6-İmâm Celalettin Suyutî (Vefat: 911 H.):

İmâm Ceâlettin Suyutî, Kur'ân bilgileri hakkında yazdığı "El-İtkân" isimli eserinde, Kur'ân'dan istifâde etmek isteyen kimsenin, mutlaka uzak ve zayıf ihtimallerden ve kuraldışı lügat manalarından kaçınması ve Kur'ân'ı onlara dayanarak tefsir etmemesi gerektiğini vurguladıktan sonra, âbdest ayetindeki "Ercül" kelimesinin esreli okunması kırâatini "Cerr-i civâr"a dayandırmayı buna örnek olarak zikrederek şöyle diyor: "Çünkü Cerr-i civâr, zayıf ve kural dışı bir kullanış tarzıdır ve bir kaç nadir yer dışında kullanılmamıştır." [69]

Sonra şöyle devam ediyor: "Doğru olan şudur ki "Ercül" kelimesi abdest âyetinde "Ruus" kelimesine atıftır. Böyle olunca da âyette ayakların mesh edilmesinden murad, ayakkabılar üzerine mesh etmektir."

Gördüğünüz gibi o da ayakların mesh edilmesi gerektiği gerçeğini itiraf etmesine rağmen onu, (her halde bazı hadislerden de esinlenerek,) ayakkabıların meshi olarak yorumlamıştır.

Evvela, ayakkabıları mesh etmenin, ayakları meshetme olmadığı açıktır; halbuki Kur'ân, açıkça ayakkabıları değil, ayakları mesh etmeyi emrediyor. Faraza bir yerde ayaklar, ayakkabılar anlamında kullanılmışsa da bu kesinlikle mecazî ve kural dışı bir kullanıştır. Böyle bir şey olsa dahi, bunu anlayabilmek için yanında mutlaka bir karine olması gerekir; aksi takdirde o kelimelerden hakikî manasının anlaşılacağı kesindir.

Sâniyen, "Ayaklar" kelimesinin, "Başlar" kelimesine atfedilerek kullanılması, başlardan hakiki manası anlaşıldığı gibi, ayaklardan da onun gerçek manasını anlamayı gerektirir.

Sâlisen, açıkça görüldüğü gibi âyet, ayakları mutlak bir şekilde zikretmiş ve onu ayakkabı falanın içerisinde olmakla kayıtlandırmamıştır. Ve bilahare âyetteki "Ayaklar" kelimesinden, "Ayakkabılı ayaklar" anlamını çıkarmak, onun ekseri fertlerini hükümden istisnâ edip az bir ferde has kılmaktır. Bu ise akıllılar nezdinde kabih bir şeydir. Yani ayakkabıya mesh etmenin câiz olduğunu söylesek dahi, bu sadece bazı zamanlar ve zarurî durumlar için söz konusudur; oysa çoğu zaman insanlar ayaklarının kendisini yıkayıp veya mesh ederler. Şimdi Allah-u Teâlâ'nın kendi kitabında, insanların çoğu zaman ihtiyaç duydukları bir hükmü ve vazifeyi göz ardı edip de, bazı zaman yapmaları gereken bir hükmü beyan etmesi, nasıl makul ve mantıklı olabilir?!

7-İbn-i Hazm-il Endülisî (Vefat: 456 H.):           

İbn-i Hazm "El-Muhallâ" kitabında şöyle diyor:"Kur'ân mesh üzere inmiş ve Allah-u Teâlâ "Mesh edin başlarınızı ve ayaklarınızı" buyurmuştur. Burada "Ercül" kelimesinin sonu ister esreli okunsun, isterse üstünlü, herhalukarda onu "Ruus" kelimesine atfetmek gerekir; esreli okunduğunda "Ruus"un zahirine, üstünlü okunduğunda da onun mahalline atfedilir. Bunun dışında bir şey söylemek doğru değildir. Çünkü "matuf" ve "Matufunaleyh"in arasına bir cümlenin girmesi câiz değildir. İbn-i Abbas da aynı şeyi vurgulamış ve şöyle demiştir: "Kur'ân, abdestte (ayakların) meshini indirmiştir."

Ayakların mesh edilmesi gerektiği, Selef'ten (geçmiş İslamî şahsiyetlerden) de bir çoğunun görüşüdür; Ali b. Ebitâlib, İbn-i Abbâs, Hasan, İkrime, Şa'bî ve diğer bazıları gibi. Taberî'nin de görüşü bu yöndedir. Bu konuda bir çok hadis de nakledilmiştir.

Mesela Hemâm kanalıyla, İshâk b. Abdullah b. Ebî Talha'dan, o da Ali b. Yahyâ b. Hallad'dan, o da babasından, o da amcası Rufâa b. Râfi'den şöyle rivâyet etmiştir: "Resulullah'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Hiç şüphesiz sizlerden birisi abdestini güzelce Allah'ın emrettiği şekilde olmadığı müddetçe namazı doğru olmaz; şöyle ki yüzünü ve dirseklere kadar ellerini yıkar, sonra da başını ve iki mafsala kadar ayaklarını mesh eder."

Yine İshâk b. Raheveyh, İsâ b. Yunus'tan, o da A'meş'ten, o da Abd-ü Hayr'dan, o da Hz. Ali'den şöyle rivâyet etmiştir: "Ben, iki ayağın alt kısmını mesh etmenin, üst kısmını mesh etmekten daha evla olduğunu düşünürken, Resulullah'ı, onların üst kısmını mesh ederken gördüm."

İbn-i Hazm, âyetten meshin anlaşılması gerektiği hususunda yaptığı ve sadece bir kısmını naklettiğimiz bu detaylı açıklamanın ardından, yine maalesef çoğu Ehl-i Sünnet âlimleri gibi, bazı hadislerden vazgeçemeyip ayakların yıkanması gerektiğine hükmetmiştir. O, özellikle önceden de nakledip tahlilini yaptığımız "Vay topuklara ateşten" hadisine takılarak, "Bu hadiste, âyette söylenenden öte bir mana (ayakların yıkanması gerektiği) vurgulanmaktadır. O halde bu hadis, âyeti nesh eder" demiştir. [70]

O diğer bir kitabında ise abdest âyeti hakkında benzer açıklamaları yaptıktan sonra şöyle demiştir: "Ancak sünnet ayakların yıkanması gerektiğini açıkladığı için, "(Âyetle beyan edilen) ayakların meshi hükmü nesh edilmiştir" demek doğru olur." [71] 

Gördüğünüz gibi İbn-i Hazm'ın da âyetin açık hükmünden vazgeçmesinin asıl nedeni, nakledilen bazı rivâyetlerdir. O, özellikle "Vay topukları ateşten" hadisini ön plana çıkarmış ve böylece âyetin hükmünün bunlarla nesh edildiğine hükmetmiştir.

Biz daha önce bu hadisin muhtevası ve muradı üzerinde durarak gereken açıklamayı yapmış ve o hadisin yıkamaya delil olamayacağını delilleriyle ortaya koymuş olduğumuz için, burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.

Hadislerle âyetin hükmünün nesh edildiği hususuna gelince, bunu da geniş bir şekilde ele alıp, böyle bir şeyin doğru olduğunu kabul etsek dahi, abdest âyeti konusunda bunun geçerli olamayacağını, yine delilleriyle ortaya koymuş ve demiştik ki: "Burada illa da bir neshden söz edilecekse, âyetin, söz konusu hadislerin hükmünü nesh ettiğini söylemek daha gerçekçi bir yaklaşım olur. Zira abdest âyetini de içine alan "Mâide" suresi, kaynakların da ifade ettiği gibi, Resulullah'a inen en son suredir ve onun hiçbir âyeti nesh edilmemiştir. O halde hadisler de dahil, hiçbir şeyin onun âyetlerini nesh ettiği söz konusu değildir. Böyle olunca da, bugün bu surenin âyetlerine muhatap olan her Müslüman'ın, abdest alırken ayaklarını mesh etmesi gerekir.

Böylece Allah-u Teâlâ'nın sonsuz lütuf ve yardımıyla bu konuyu, hem Kur'ân, hem Sünnet ve hem de lügat ve Nahiv kuralları açısından incelemiş ve bu konuda bir çok sahabî, tabiî ve İslâm âliminin görüşlerini ortaya koyarak, gücümüz ölçüsünde onları tahlil etmiş bulunuyoruz. Bize bu imkanı bahşeden Rabbimize sonsuz hamd u senâlar olsun.

Artık kararı sizin hür vicdanınıza bırakıyoruz. İnşaallah bir mu'minden beklenen ferâset, basiret ve insafla ve tarafsız bir gözle onları dikkatlice inceleyip kararınızı vereceksiniz. Tabi kararınız ne olursa olsun, bize düşen ona saygılı olmaktır. İlla da bizim görüşlerimizi benimsemeniz gerekir diye bir yaklaşım içerisinde de değiliz. Ancak şimdiden merak ettiğimiz şey şudur ki bunca açıklamanın, getirilen delillerin ve sunulan belgelerin ardından, yine de sizler, bazı muhterem âlimleriniz gibi, "Şia içerisinden, abdestte (ayakkabılar üzerine olduğu gibi) ayakların da meshedilmesi gerektiğini söyleyenlerin, hem kendileri sapmış, hem de başkalarını saptırmışlardır" [72] veya "Abdest âyetinin zâhirine dayanarak, ayakların mestsiz olarak meshedilmesini câiz sayanlar da bid'at ehlinden sayılırlar" [73] diyecek misiniz?!

 Elbette görüşlerinize saygılı olmakla birlikte, eğer vardığınız sonuç bizim düşündüğümüzden farklı olursa, bunları delilleriyle birlikte cevaplandırıp bizi de aydınlatırsanız, Müslüman bir kardeşiniz olarak (kabul ederseniz tabi) size minnettar kalır, duacınız oluruz.

Vesselâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuh.

 

 

----------------

[1]- Fahrettin Râzî'nin Tefsir-i Kebir'ine ve Tefsir-i Taberî, abdest âyetinin tefsiri bölümüne bakabilirsiniz.

[2]-Bu konuda muteber sayılan temel Nahiv kaynaklarına, örneğin mezhep olarak da Sünnî olan "İbn-i Hişâm"ın Nahiv ilminde yazdığı en eski ve meşhur kaynaklardan birisi olan "Muğn-il Lebib" kitabının dördüncü bâbına bakabilirsiniz.

[3]- El-İhkâm-u Fî Usûl-il Ahkâm, c. 1, s. 510, Dâr-ül Cil Yayınevi, Beyrut, 1407 hk.

[4]- Kenz-ül Ummâl, c. 6, s. 429, Hadis: 26822. 

[5]- El-İsâbe, Dâr-ül Fikr Yayınevi, c. 1, s. 185.

[6]- El-Müsannaf, Dârü’t-Tâc Yayınevi, c. 1, s. 16.

[7]- Tehzibü’t-Tehzib, Dâr-ül Fikr Yayınevi, c. 8, s. 105; c. 11, s. 227.

[8]- El-Müsannaf, c. 1, s. 16; Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 337; aynı hadis Heysemî'nin Mecme-üz Zevâid kitabında da nakledilmiştir.

[9]- Zehebî, "Siyer-u A'lâm-in Nûbelâ, Müesseset-ür Rısâle baskısı, c. 9, s. 265; c. 6, s. 413; c. 5, s. 269; c. 4, s. 510; c. 4, s. 182.

[10]- Câmî-ül Beyân, Dâr-ül Ma'rife Yayınevi, c. 5, s. 86.

[11]- Takribü’t-Tehzib, c. 11, s. 54; c. 2, s. 378; c. 2, s. 23.

[12]- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Dârü’s-Sâdır Yayınevi, c. 1, s. 158.

[13]- Tehzib-ül Kemâl (Müzzî), Müesseset-ür Risâle Yayınevi, c. 2, s. 904; c. 4, s. 540; Tehzibü’t-Tehzib, c. 10, s. 278; c. 6, s. 377.

[14]- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 95.

[15]- Siyer-u A'lâm-in Nübelâ, c.9, s.140; c.5, s.392; Takrib-üt Tehzib, c.1, s.331; c.6, s.113.

[16]- El-Müstedrek-u Ala-s Sahihayn, Hâkim Nişâburî, c.1, c.241.

[17]- Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.5, s.342.

[18]- Siyer-u A'lam-in Nübelâ, c.9, s.98; c.4, s.372 ve 45.

[19]- Üsdü’l Gâbe, Dârü’ş-Şa'b Yayınevi, c.6, s.46.

[20]- Ed-Dürr-ül Mensur Tefsiri, Suyutî, c.3, âyetin tefsiri bölümü.

[21]- Bu hadislerin kaynakları için 1. ve 2. numaralı dipnotlara bakın.

[22]- El-Kâfî, Kuleynî, c.3, s.8-9; Vesâil-üş Şia, Âmilî, c.1, s.272; Et-Tehzib, Tusî, c.1, s.63-92; El-İstibsâr, Tusî, c.1, s.64; İlel-üş Şerâyi', Saduk, s.289.

[23]- El-Muğnî, Âlem-ül Kütüp Yayınevi-Beyrut, c.1, s.132; Müsned-i Ahmed, c.6, s.358; Sünen-i Dârekutnî, c.1, s.95; Sünen-i Beyhakî, c.1, s.72.

[24]- Sünen-i İbn-i Mâce, c.1, s.156, Hadis: 458; El-Musannaf, İbn-i Ebî Şeybe, c.1, s.32, Hadis: 14; Ed-Dürr-ül Mensur Tefsiri (Suyutî), c.2, s.262.

[25]- Tefsir-i Taberî, c.6, s.82; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.2, s.44; El-Muğnî, c.1, s.132

[26]- Ed-Dürr-ül Mensur, c.2, s.262; El-Câmi-u Li-Ahkâm-il Kur'ân (Kurtubî), c.6, s.92; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.2, s.44; Tefsir-ül Hâzin, c.1, s.435.

[27]- Şerh-u Maân-il Ahbâr, c.1, s.35; El-Musannaf (Abdurrazzâk), c.1, s.21; El-Musannaf (İbn-i Ebî Şeybe), c.1, s.31.

[28]- El-Musannaf (Abdurrazzâk), c.1, s.18; Ahkâm-ül Kur'ân (Cessâs), c.2, s.345; El-Musannaf (İbn-i Ebî Şeybe), c.1, s.30; Tefsir-i Taberî, c.6, s.82.

[29]- El-Musannaf (Abdurrezzâk), c.1, s.18; Tefsir-i Taberî, c.6, s.82; Tefsir-i Kurtubî, c.6, s.92; Tefsir-i Kebir (Fahr-i Râzî), c.11, s.161; Ahkâm-ül Kur'ân (Cessâs), c.2, s.345; El-Fakih-u Vel-Mütefakkıh (Hatip), c.1, s.76.

[30]- Tabakât (İbn-i Sa'd), c.6, s.275.

[31]- Ed-Dürr-ül Mensur, c.2, s.262, El-Musannaf (İbn-i Ebî Şeybe), c.1, s.30, Tefsir-i Taberi, c.6, 82-83, El-Musannaf (Abdurrezzâk), c.1, s.19.

[32]- Tefsir-i Taberî, c.6, s.82.

[33]- Tefsir-i Taberî, c.6, s.82.

[34]- Tefsir-i Taberî, c.6, s.82.

[35]- Tefsir-i Taberî, c.6, s.83.

[36]- Tefsir-i Taberî, c.6, s.83.

[37]- Tefsir-i Taberî, c.6, s.83.

[38]- Daha önce naklettiğimiz 8. Hadis ve kaynaklarına mürâcaât edin.

[39]- Daha önce naklettiğimiz 1. Hadis ve kaynaklarına mürâcaât edin.

[40]- Daha önce naklettiğimiz 5. Hadis ve kaynaklarına mürâcaât edin.

[41]- Daha önce naklettiğimiz 6. Hadis ve kaynaklarına mürâcaât edin.

[42]- Tefsir-i Kebir (İmâm Fahr-i Râzî), c.11, s.161.

[43]- Mesâil-ün Nâsıriyyât (Seyyid Murtazâ), s.120.

[44]- Sahih-i Buhârî, c.1, s.42, (Abdest Kitabı, Ayakları Yıkama Bâbı). Bu hadis, Amr, Âişe ve Ebu Hureyre'nin rivâyetinde geçmiş, Buhârî ve Müslim'in şartına göre de sahihtir.

[45]- Sünen-i İbn-i Mâce, c.1, s.170 (Ayakların Yıkanması Bâbı).

[46]- Mizân-ül İ'tidâl (Zehebî), c.4, s.519.

[47]- Zehebi, "Mizan"ının Künye babında, (c.4, s.489) sadece Ebu İshâk'ın Ebu Hayye'den, "Ali (a.s) abdestte başını meshetti ve ayaklarını mafsala kadar üç defa yıkadı" diye naklettiğini zikretmektedir.

[48]- Mizan-ul İ'tidal ve diğer teracim kitaplarında, Ebu İshak'ın ismi, Amr bin Abdullah-i Sebîî diye zikredilmiştir. Bu söz, onun hal tercemesinde mezkurdur.

[49]- Zehebi, Mizan-ul İ'tidal'da bunu açıklamıştır.

[50]- Hatta Ahmet b. Hanbel şöyle demiştir: "Züheyr b. Muaviye'nin, Ebu İshak'ın ömrünün sonlarında ondan naklettiği hadisler zayıftır, onun dışındaki şeyhlerinden naklettiği hadisler sağlamdır." Ebu Zer'a da şöyle demiştir: "Züheyr bin Muaviye sıkadır; sadece sorunu şudur ki, Ebu İshak’ın hafızası karıştıktan sonra ondan hadis nakletmiştir. Zehebî, Ahmed ve Ebu Zer'a'dan bu sözleri naklettikten sonra şöyle diyor: "Ebu İshak'ın hadisleri, kendi şahsından dolayı zayıftır, ondan (Züheyr bin Muaviye'den) dolayı değil."

[51]- El-Câmi-u Li-Ahkâm-il Kur'ân, c.6, s.31.

[52]- El-Burhân Fî Ulûm-il Kur'ân, c.1, s.194.

[53]- Kenz-ül Ummâl, c.1, S.179, Hadis: 907.

[54]- Ehl-i Beyt İmâmları, ayakların meshedilmesinin farz olmasında icmâ' etmişlerdir. Bu konuda, Vesâil-üş Şia ve diğer fıkıh ve hadis kitaplarına bakabilirsiniz.

[55]- Kenz-ül Ummâl, c.5, hadis: 2213.

[56]- Kenz-ül Ummâl, c.5, hadis: 221. Şia’nın büyük şahsiyetlerinden olan Bahr-ul Ulum, Fıkhî Menzumes'inde (Dürret'ün Necef) şöyle der:

İnne'l-vudue gasletâni indenâ

Ve meshatâni ve'l-Kitâbu meenâ

Fel-ğaslu lil-vechi ve lil-yedeyni

Vel-meshu lir-re'si ve lir-ricleyni

"Abdset bizim yanımızda iki yıkayış ve iki meshediştir; Kur'ân da bizim görüşümüzü teyit etmektedir. İki yıkayış yüz ve kollardır, iki mesh de baş ve ayaklardır."

[57]- Sünen-i İbn-i Mâce, c.1, s.156, Hadis: 458.

[58]- Bundan dolayı, ziraat vb. işlerde yalın ayak çalışan Caferî mezhebine bağlı işçi ve çiftçiler, abdest almak isterken önce ayaklarını yıkayıp temizlerler. Daha sonra yüz ve kollarını yıkayıp kuru ve temiz ayaklarının üzerini elin ıslaklığıyla meshederler.

[59]- Şeyh Saduk, sahih senedle A'yen'in oğullarından naklettiği hadiste onlar İmâm'a “Ka'beyn neresidir?” diye sorduklarında, İmâm (a.s) bacakla ayağın arasındaki mafsala işaret ederek “İşte burasıdır” buyurmuştur.

[60]- Şeyh Saduk, İmâm Muhammed Bâkır'dan şöyle rivâyet etmiştir: İmâm Bâkır (a.s), Hz. Resulullah'ın nasıl abdest aldığını naklederken, "Başının ön kısmını ve ayaklarının üstünü bacağın mafsalına dek meshediyorlardı" buyurdu.

[61]- Bazıları ayakların ayağın üzerindeki kabarmış kemiğe k'ab demişlerdir. Ama ayakla bacağın arasınaki mafsalın k'ab olması, daha güçlü ve ihtiyata daha uygundur.

[62]- Lugat sözlükleri, bunu açıkça bildirmektedir. İsteyen, sözlüklere bakabilir.

[63]- Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ve Esmaî; "Abdest âyetindeki "ka'b" bacağın alt kısmındaki yuvarlak kemikten ibarettir" diyorlar. Asmaî şunu da sözüne ekliyor: "Ayağın iki tarafında bulunan çıkıntılı kemiğe Araplar "mincemeyn" diyorlar."

Fahr-i Râzî, bunların görüşünün, İmâmiyye'nin görüşü olduğunu zannetmiş ve onların reddinde şöyle demiştir: "Eğer ayetteki "Ka'b" bacağın alt kısmındaki yuvarlak kemik olursa, bu gizli bir şeydir, onu ancak cerrahlar bilebilir. Ama ayağın iki tarafındaki iki çıkıntı herkes için malumdur. Şer'î hükmün mevzusu ise açık olmalıdır, gizli değil."

Fahr-i Râzî’ye cevap şudur: Fahr-i Râzî, İmamiyye’nin mafsala dek ayaklarını meshettğini gördüğünden, Şeybânî ve Esmaî'nin görüşünü İmamiyy'enin (Caferî Mezhebi'nin) görüşü olarak zannetmiştir. Ama "Ka'b" kelimesinin İmamiyye'nin yanında, herkes için malum olan mafsalın kendisi olduğunu anlayamamıştır.

[64]- Feğsilu'nun "Ercülekum"un amili olması kesinlikle caiz değildir. Çünkü o zaman "Ercülekum"un, "Vucuhekum"un yerine atfedilmesi gerekir. Bu da lügat alimlerinin ittifakıyla doğru değildir. Çünkü atifle matufun arasında bir cümlenin fasıla olması dil kuralları yönünden caiz değildir.

[65]- Önceden açıkladığımız gibi, "Ercülekum"un birden fazla amili olamaz; o âmil de "Vemsehu"dur.

[66]- Tefsir-i Kebir, c.3, s.370, (Mâide suresindeki abdest âyetiyle ilgili bahis).

[67]- Ğunyet-ül Mütemelli-il Kebir (Şeyh İbrahim Halebî), s.16.

[68]- Şerh-i Sünen-i İbn-i Mâce, c.1, s.88, (Gasl'ül-Kadameyn konusu). Fahr-i Râzi, Halebî ve Sindî'nin sözünü te'yid ve tasrih eden bilginler oldukça çoktur.

[69]- Gördüğünüz gibi mezhebini Kur'an'dan istinbat edeceğine, Kur'an'ı kendi isteği doğrultusunda yorumlayıp mezhebine tatbik ediyor!

[70]- El-İtkân (Emir Yanınevi), c.2, s.313.

[71]- El-Muhallâ, c.2, s.56.

[72]- El-İhkâm Fî Usul-il Ahkâm, c.1, s.510.

[73]- Tefsir-ül Kur'ân-il Azim (İbn-i Kesir), c.2, s.45.  Şia hakkında bu ağır ithamda bulunan İbn-i Kesir, bu sözlerinden sadece birkaç satır sonra, ayakların mesh edilmesi görüşünde olan en az on sahabîden bahsetmektedir!!

[74]- Hâşiyet-üş Şehâb Ale-l Beyzâvî (Şehâb-ül Hafâcî), c.3, s.221.




Bu haber 1113 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER SORU-CEVAP Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI