Bugun...


Musa Aydın

facebook-paylas
İtidal Dini “İslam”
Tarih: 04-01-2022 08:37:00 Güncelleme: 04-01-2022 08:37:00


İtidal konusu İslam’da oldukça önemli, aynı zamanda geniş ve çok boyutlu bir konudur.

Konuya başlamadan önce, itidalin bazı dillere dolanan ve aslında İslam düşmanları tarafından lanse edilen yanlış bir yorumuna değinip, ardından doğru açıklamasını sunmaya çalışacağız.

Evet, mutedil ya da ılımlı İslam dedikleri, yeri geldiğinde ilkelerinden, değerlerinden rahatlıkla feragat edebilen, müstekbirlere, zalimlere ve İslam düşmanlarına karşı güya hoşgörülü davranan,  taviz verebilen bir din anlayışıdır.

Biz İslam’ın itidalinden bahsederken pek tabiidir ki böyle bir anlayışı kesinlikle kastetmiyor ve kabul etmiyoruz. Aslında bunun kendisi başlı başına bir dengesizliktir ve aşağıda genişçe izah edeceğimiz itidalli İslam’ın ve fıtratı sağlam insanın adalet ruhuna aykırı bir tutumdur.

Evet, bizim kastettiğimiz itidalden maksat her şeye hak ettiğini vermek, hak etmediğini vermemek, her şeyi yaratılan yapısına uygun yere koymaktır.

Aslında itidal ve adalet aynı kökten ve yakın anlama gelmektedir.

Adalet “her şeyi kendi yerine koymak” diye açıklanmıştır. Yani hak ettiği, layık olduğu yer…

Zulüm ise bunun tersidir. Bir şeyi hak ettiği yerden uzaklaştırmak, layık olduğunu ondan esirgemektir.

Esasen teşri’den önce tekvin âleminde itidal hâkimdir. Allah adildir ve âlemi adalet ölçülerine uygun, bütün parçaları birbiriyle uyumlu olarak yaratmıştır. Her şey yerli yerindedir. Ölçüsüzlüğün, dengesizliğin âlemde yeri yoktur.

Mülk suresinde şöyle buyuruyor:

اَلَّذٖى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًا مَا تَرٰى فٖى خَلْقِ الرَّحْمٰنِ مِنْ تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ.

ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِپًا وَهُوَ حَسٖيرٌ.

“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? * Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (Mülk 3-4)

Yine Rahman Suresi’nde şöyle buyurmaktadır:

وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمٖيزَانَ

اَلَّا تَطْغَوْا فِى الْمٖيزَانِ

“Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu. *  Ölçüde haddi aşmayın diye.” (Rahman 7-8)

Veya şöyle buyurmaktadır:

اِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ.

“Biz her şeyi ölçülü yarattık.” (Kamer 49)

Allah-u Teâla âlemi ölçülü, dengeli, uyumlu yarattığı için insan da bu âlemin bir parçası olması hasebiyle tekvini ve fıtri olarak bu bütüne uyumlu bir parça olarak yaratılmıştır.

Teşri olarak da kendisi için belirlenen yaşam kuralları da fıtratına uyumlu olarak şekillendirilmiştir. Bu yüzden esasen İslam’ın itidal anlayışının köklerini aslında fıtratta aramak gerekir. Evet, İslam fıtrat dini olduğu için mutedildir. Yani her şeyi fıtrata uygundur. Rum suresinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّٖينِ حَنٖيفًا فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّتٖى فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدٖيلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ ذٰلِكَ الدّٖينُ الْقَيِّمُ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“O halde sen yüzünü, bir hanîf olarak dine, Allah'ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata çevir. Allah'ın yaratışında bir değişiklik olmaz. Sağlam din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30)

Dolayısıyla insanın fıtratına uygun olan şeyi ondan almak, ya da fıtratına aykırı bir şeyi ona tahmil etmek zulümdür.

Örneğin insanın vücudu için gerekli olan yemeği ondan esirgemek de (tefrit) zulümdür, ona ihtiyacı olandan fazlasını tahmil etmek de (ifrat) zulümdür. İhtiyacı olan ve gerekli miktarı vermek ise adalettir, itidaldir.

Manevi konularda da durum aynıdır. İnsanın fıtratına aykırı olan günah ve haramları işlemek, nefse zulüm sayıldığı gibi, ruhunun gıdası sayılan maneviyattan onu mahrum bırakmak da…

Bir kimseyi vasıflandırırken onda bulunan fazilet ve sıfatları ondan esirgemek de zulümdür, onda bulunmayan şeyleri ona isnat etmek de… Hak ettiği ve gerçekten taşıdığı fazilet ve sıfatları teslim etmek ise adalettir, itidaldir.

İslam’ın bir fıtrat dini olduğunu tespit ve takrir etmek, onun en önemli güzellik ve ayrıcalıklarından birisini ortaya koymak ise (ki öyledir), aynı güzellik İslam’ın (açıklandığı anlamda) bir itidal ve adalet dini olduğunu vurgulamak için de geçerlidir.

Ve bu ne kadar güzel ve cazip ise yanlış yorum ve tespitlerle İslam’ın yukarıdaki anlamda gayrı mutedil bir din olarak tanınmasına katkıda bulunmak, hem bu dine, hem bu dinin yetkili makamlarına ve bütün insanlığa bir zulümdür, haksızlıktır.

Ayrıca şunu bilmemiz gerekir ki insanın bedeni için zaruri ve gerekli olan gıdaların neler olduğunu ve miktarını (nicelik ve nitelik açısından) ancak insan vücudunu ve ihtiyaçlarını tanıyan uzmanlar tespit edebileceği gibi, maneviyat sahasında da insan ruhunu ve ihtiyaçlarını yakından tanıyan ruh tabipleri ancak onun ihtiyaçlarını tespit edip ayarlayabilirler.

Allah Resulü’nün (s.a.a) şu mübarek hadisi işte bu gerçeği çok güzel bir şekilde ifade etmektedir:

"Ey Allah'ın kulları! Sizler hasta ve âlemlerin Rabbi de tabip gibidir. Hastanın yararı tabibin bildiğine ve tedbirine uymaktır, nefsin isteğine değil. Öyleyse Allah'ın emrine teslim olun ki kurtuluşa eresiniz." (Mecmuat-ü Verram, C. 2, S. 117)

Bu konuda hatırlatılması gereken bir diğer husus şudur ki bir hasta, sağlığına kavuşabilmesi, ya da var olan sağlığını koruyabilmesi için doktorunun bütün direktiflerine uymalı, yazdığı ilaçları eksiksiz ve onun yazdığı şekilde ve dozda kullanmalı, belirlediği diyetlere uymalıdır vs… Doğal olarak bir kimse, ben şu ilacı kullanırım ama, şunu kullanmam, ya da günde iki tane değil de beş tane kullanırım; ya da beş demişse, iki kullanırım; şu yemekten perhiz ederim de kusura bakmasın şundan edemem vs.. derse burada elbette kendine zulmetmiş olur.

Maneviyatımızda, din ve imanımızda, amellerimizde de durum aynen böyledir. Eğer Allah ve Resulü bizim tabibimiz ise, o halde manevi sağlığımızı koruyabilmemiz, ya da sağlığımıza kavuşabilmemiz için tam bir teslimiyetle ve her konuda o manevi tabiplerimize kulak asmalı ve hayatımızı, düşünce ve amellerimizi onların direktiflerine göre şekillendirmeliyiz. Bu prensibi ihlal ettiğimiz ölçüde, itidalden uzaklaşmış ve nefsimize zulmetmiş oluruz.

Bu yüzden de Kur’an, İslamî öğretiler konusunda iman ve amelde keyfi ve seçici davrananları şiddetle kınamış ve bu imanın imansızlıkla bir farkının olmadığını beyan etmiştir. (Bakara 85, Nisa 150)

Bazıları bunu itikadı olarak dile getirmeseler de, amelde yapıyorlar maalesef. Bakıyorsun biri kendini sadece ibadete ve ferdi amellere kaptırmış, ailevi, sosyal ve siyasal görevlerinden gaflet etmiş, İslam’ı da insanlara sadece kul ile Rabbi arasındaki ilişkileri düzenleyen ve başka bir şeye karışmayan bir din olarak göstermeye çalışıyor. Bir diğeri de tam karşı noktada güya sosyal ve siyasal işlerle uğraşırken, ibadet ve maneviyattan kendisini uzak tutuyor. Pek tabii ki böyle bir kimse dengesiz bir manevi hayata sahip olacak ve istenilen noktaya ulaşmayacaktır.

İslam'ın itidal dini olduğunu ve bunun kapsamlı, geniş ve bütün sahaları kapsadığını gösteren bariz delillerden birisi de şudur ki İslam itidali, yürüme tarzı, konuşma tarzı, namaz kılmadaki ses tonu gibi küçük ve basit konularda dahi söz konusu ettiği gibi “teşbih ve tenzih”, “cebr ve ihtiyar” gibi önemli itikadi konulara da taşımış ve ümmete orta yolu göstermiştir.

Bütün bunları dikkate aldığımızda şu sonuca varmaktayız: Eğer faraza, bir düşünce veya amelin, telakki veya tavrın, İslami ve meşru olup olmadığını tespit etmede zorlanırsak, bu konuda dikkate almamız gereken en önemli kıstaslardan biri itidal çizgisine ne kadar yakın veya uzak olduğunu göz önünde bulundurmaktır.

Evet, İslam doğru yolu orta ve itidalli yol (Kasas 22), bu yolun kılavuzlarını sağa sola yalpalamayan dosdoğru ve dimdik kimseler (Mülk, 22), İslam ümmetini de vasat ve mutedil bir ümmet (Bakara 143) olarak tanıtmaktadır.

Hiç şüphesiz İslam ümmeti, vasat ve mutedil bir ümmettir; olmalıdır. Yani:

* Ne inançta aşırıya gider (ifratve guluv), ne de hakkı teslim etmekten çekinir (tefrit).

* Ne cebre meyleder (insanın yaptıklarında mecbur olduğuna inanır), ne de tafvize (insanın başına buyruk bırakıldığına) inanır.

* Ne Hakk’ın sıfatları konusunda teşbihe kaçar (Allah’ı mahlûkata benzetir), ne de ta'tile inanır (Allah’ın esma ve sıfatından biz hiçbir şey anlayamayız gibi bir düşünceye sahip olur)…

* Madde ve mâna, dünya ve ahiret arasında dengeli ve tutarlı olur; ne büsbütün madde âlemine dalıp maneviyattan gaflet eder, ne de tamamen mânaya dalıp maddiyatı, insanın maddi, cismi ve zahiri ihtiyaçlarını unutur.

* Ne Yahudiler gibi gözleri maddiyattan başka bir şeyi görmez bir haldedir, ne de Hristiyan rahipleri gibi dünyayı temelli terk eder.

* Ne çevrelerine hisar çekerek, kendilerini bütün dünyadan soyutlar, ne de bağımsızlık ve asaletlerini kaybederek başkalarının inanç, kültür ve geleneklerinde erir.

Kısacası inancından, kültürüne, ibadetinden ahlakına, ferdi konulardan ailevi, sosyal ve siyasal konuların ve sahaların hepsinde yukarıda bahsettiğimiz anlamda mutedil bir ümmettir İslam ümmeti; böyle olmalıdır. Eğer böyle olmamışsa bu İslam’ın değil, İslam’ı hakkıyla anlamayan ve yaşamayanların suçudur.

Hâlbuki bizi yaratan Rabbimiz, yarattıkları için itidali benimsemiş ve beğenmiştir. Kur'an ayetleri bunun şahididir. Yukarıda bazı örneklerini sunmuştuk, bazılarına da burada değinelim:

Allah-u Teâla orta ve itidalli yolu göstermeyi kendine bir görev, yani adalet ve hikmetinin bir gereği olarak addedip şöyle şöyle buyuruyor:

وَعَلَى اللّٰهِ قَصْدُ السَّبٖيلِ

“Orta yolu göstermek Allah'ın üzerine bir haktır…” (Nahl, 9)

Peygamberlerle birlikte savaşan sabırlı mücahitlerin dilinden şöyle nakletmektedir:

وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ اِلَّٓا اَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَاِسْرَافَنَا فٖٓي اَمْرِنَا وَثَبِّتْ اَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرٖينَ.

“Onlar ancak: "Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı (bastıkları yerde) sağlamlaştır ve bize kâfirler topluluğuna karşı yardım et." derlerdi.” (Al-i İmran 147)

“İşlerimizdeki aşırılıkları bağışla.” tabiri, insana ait her işte aşırılığın kötü ve istenmeyen bir durum olduğunu göstermektedir.

Allah-u Teâla Beni İsrail'i kınarken ezcümle şöyle buyurmaktadır:

ثُمَّ اِنَّ كَثٖيرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذٰلِكَ فِى الْاَرْضِ لَمُسْرِفُونَ.

“...Ama onlardan birçoğu bundan sonra da yeryüzünde aşırı gitmeye devam etti.” (Maide 32)

Görüldüğü gibi İsrailoğullarının aşırılığını da genel bir tabirle beyan ederek aşırılığın her türünün yanlış ve istenmeyen bir durum olduğunu ortaya koymaktadır.

 Hayat önderlerimiz Resulullah ve Ehlibeyti’nin de hem hayatları, hem siretleri bunun şahididir. İmam Cafer Sâdık (a.s) şöyle buyurmaktadır:

 “İtidalli olmak, Allah'ın sevdiği bir şeydir.” (el-Kâfi, c. 4, s. 52)

Hz. Ali (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) sireti, hayat tarzı hakkında şöyle buyuruyor: “Resulullah'ın sireti; itidal üzereydi.” (Nehcü’l-Belâğa, Hutbe: 94)

Kendisi böyle olduğu gibi ümmetine de bunu emrediyordu: “Ey insanlar! İtidalli olun, itidalli olun, itidalli olun!” (Kenzü’l-Ummâl, Hadis: 5296) Bunu üç defa tekit ve tekrar ederek ne kadar önemli ve hayati olduğunu da beyan etmiştir.

Veya tekvin ve teşrii kapsayan bütün hayat sahaları için genel bir kural ilan ederek şöyle buyurmuştur.“İşlerin en hayırlısı en orta ve itidalli olanıdır.” (el-Cedvelu fi İ’râbi’l-Kur’ân, c. 15, s. 49)

Emirü'l-Müminin'in (a.s) kendisi de şöyle buyurmuştur: “Sağ ve sol dalalettir, orta yol ise yürünmesi gereken caddedir.” (Nehcü’l-Belâğa, Hutbe: 16)

İmam Ali (a.s) yine şöyle buyurmuştur:

“Yollar arasındaki bizim (yolumuz) dayanaktır (kıstastır); geri kalanın bizlere ulaşması, ileri gidenin ise bize geri dönmesi gerekir.” (Şerh-u Nehci’l Belağa -İbn-i Ebil Hadid-, c. 18, s. 273)

Veya İmam Rıza (a.s) Ehlibeyt’i şöyle tavsif etmektedir: “Biz Ehlibeyt orta yola sahip olan bir grubuz.” (el-Kâfi, c. 1, s. 101)

Kendileri böyle oldukları gibi Şialarına ve izleyicilerine de öyle olmayı öğütlemişlerdir:

“Ey Âl-i Muhammed'in Şiaları! Orta yerde yürüyenler olun ki ileri giden aşırılar size dönsün ve geri kalanlar size ulaşsın.” (el-Kâfi, c. 2, s. 75)

Sözü daha fazla uzatmamak için son olarak İslam’daki itidal tezahürlerinden özet bir liste sunup konuyu noktalamak istiyoruz:

    Her konuda itidalin güzelliği. (Al-i İmran, 147) 

    Her konuda ifratın kötülüğü. (Maide, 32)

    İbadette itidal.  (Taha, 1-3) 

    Hatta namazın sesli veya sessiz okunmasındaki itidalin gerekliliği  (İsra, 110)

    Konuşmada itidal. (Lokman, 19

    Yürümede itidal. (İsra, 37)

Hadislerde geçen itidal başlıkları:

    Düşünce ve tefekkürde itidal: Aklını hakkıyla kullanan ve onu şehvet ve gazabına hâkim kılan kimseye dengeli, bunu yapmayana dengesiz denir.

    Yeme ve içmede itidal.

    Uykuda itidal.

    Dünya talebinde itidal.    

    Öfke ve tepkide itidal.    

    Şehvet ve cinsel ihtiyaçları gidermede itidal.    

    Sevmek ve düşmanlıkta itidal.    

    İhsan ve infakta itidal.    

    Maişet ve harcamada itidal.    

    Şecaatte itidal.    

    Tenzih ve teşbihte itidal.    

    Cebr ve tefvizde itidal.    

    Korku ve umutta itidal.    

    Korkutma ve ümit vermede itidal.    

    Tebliğde itidal.



Bu yazı 2325 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI