![]() |
Tweet |
Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın kitaplarının tefsiri ehil olmayan kimselerin eline düşerse, açıklama yerini tahrife bırakır. Bu sebeple “peygamberin” gerçek tanımını yalnızca onu yaratan Allah yapabilir:
"Allah, risaletini nereye vereceğini en iyi bilendir." [1]
Aynı şekilde “vasî”nin hakiki tefsiri de ancak onu yaratan Allah’a aittir.
Bu yüzden Velayet’in fatihi, Risalet’in mirası, Hidayet’in önderi, Allah dostlarının önderi ve müminlerin emiri olan Emirü’l-Müminin’in (aleyhi efdalu salavati’l-musallîn) yüce varlığını en iyi tanıtan, öncelikle onu var eden Allah’tır. Daha sonra ise bu tanıtım görevini Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve âlih) ve o yüce imam üstlenmiştir.
En Yüce Manevî Nimet
Manevî nimetler çeşitli mertebe ve derecelere sahiptir; bu nimetlerin en yücesi ise risalet ve imamettir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerîm, her iki nimeti de "minnet" (yani sözlü değil, ağır ve taşınması zor bir nimet) olarak zikretmiştir. Risalet ve peygamber gönderme hakkında şöyle buyrulur:
"Andolsun ki, Allah, içlerinden bir peygamber göndererek müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur." [2]
İmamet hakkında ise, şöyle denmektedir:
"Biz, yeryüzünde hor görülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçı kılmak istiyoruz." [3]
Risaletin son bulduğu ve hatemiyetle tamamlandığı için birinci ayette geçmiş zaman “Menne” (مَنَّ) kullanılmıştır. Buna karşılık, kıyamete dek sürecek olan imamet için ikinci ayette geniş zaman “Nemunne” (نمنّ) fiili tercih edilmiştir. Çünkü peygamberler ve imamlar, insanlığın ebedî saadetini temin eden kimselerdir.
Melekler, tüm kutsiyet ve şereflerine rağmen yalnızca ilahî feyzin aracısıdırlar; doğrudan insan toplumunu yönlendirme ve rehberlik etme görevine sahip değildirler. İlahi feyzi doğrudan ve masumane alıp, yine masumane bir biçimde insanlara iletebilecek ve kendi hayatında da bu feyzi masumane biçimde yaşayabilecek varlık, ancak kâmil bir insan, yani peygamber veya imamdır. Bu nedenle yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de nübüvvet ve imamet -ki her ikisinin toplamı "velayet"tir- üzerinde önemle durmuş ve bunu özel bir nimet olarak vurgulamıştır. Buna karşın göklerin, yerin, cennetin ve kıyametin yaratılışında böyle bir "minnet" ifadesi kullanılmamıştır. Zira gökler ve yerler her ne kadar azametli olsa da, nübüvvet ve imamet gibi ağır ve zor hazmedilebilen bir nimetin insanlık için taşıdığı anlamla kıyaslandığında, bu azamet gölgede kalmaktadır. Peygamberi ya da imamı tanımak, onların mesajını doğru anlamak ve buna uygun bir yaşam sürmek son derece zordur.
Kur’ân-ı Kerîm’de yalnızca Gadir-i Hum hadisesi ve Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s) velayeti bağlamında, eşsiz bir ifade olan “nimetin tamamlanması” kullanılmıştır:
"Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım." [4]
Burada “size nimet verdim” anlamındaki (en'amtu aleyküm) ifadesi yerine, “nimetimi üzerinize tamamladım” (etmemtu aleykum ni’meti) denilmiştir. Yani, Hz. Peygamber Efendimiz’in (s.a.a) risaletinin en mükemmel nübüvvet olduğunu ve kendisinden sonra başka bir peygamber gelmeyeceğini belirttiği gibi, Hz. Ali (a.s) ve onun soyundan gelen imamların imametinin de en mükemmel imamet olduğunu ve bu silsileden sonra başka bir imamet olmadığını ifade etmektedir.
Kur’an perspektifinden bakıldığında, Gadir-i Hum’da gerçekleşen olay -ki bu büyük Velayet Bayramı’dır- ilahî manevî nimetlerin en yüce seviyesine ulaştığı gündür. Hz. Ali (a.s) ve evlatlarının (a.s) velayetinden daha üstün bir nimet bulunmadığı için, “Gadir Bayramı” İslâm ümmetinin en yüce bayramıdır. Masum imamların (a.s) hem kevnî ve hem de teşrî velayetine iman etmek, onların vesilelik, şefaat ve aracılık makamlarına inanmak, İslâm ümmetine bahşedilen en büyük bereketlerden biridir.
Risaletin Devamı, İmamet:
Yüce Allah, imameti risaletin devamı ve ona denk bir makam olarak kabul eder. Bu nedenle evrensel bir hadise olan “Gadir-i Hum” vakasında, Hz. Peygamber Efendimiz’e (s.a.a) şöyle buyurur: "Eğer Ali bin Ebi Talib’in (a.s) imametini ilan etmez ve velayeti açıklamazsan, ilahî risaleti yerine getirmemiş olursun".
Yani imametten yoksun bir risalet, aslında risaletsiz bir risalet anlamına gelir. Zira risaletin özünü ve devamını teminat altına alan şey, imamettir.
Gadir gününün ve bu evrensel olayın yüceliğini en iyi tanıtan kaynak, Kur’an ve Ehl-i Beyt’tir. Peki, Zilhicce ayının on sekizinci gününde Gadir sahrasında gerçekleşen hangi hadise bugünü ebedî bir bayrama dönüştürmüştür? Yüce Allah, Maide Suresi’nde Peygamber Efendimiz’e (s.a.a) şöyle hitap ediyor:
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun risaletini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır.” [5]
Burada Hz. Peygamberin (s.a.a) “nübüvvet” makamına sahip olmasına rağmen, hitap “Ya eyyühe’n-nebi” (Ey Nebi) şeklinde değil, doğrudan “Ya eyyühe’r-rasûl” (Ey Resûl) şeklinde yapılmıştır. Bu da göstermektedir ki, bu ayette ön planda olan onun risaletidir.
Bu ilahî mesajın anlamı şudur: “Sen Allah’ın elçisisin ve risaletin nihayete ermek üzere. Eğer şimdi Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s) “imamet ve halifeliğini” tebliğ etmezsen, ilahî risaleti tebliğ etmiş sayılmazsın ve artık elçiliğin geçerli olmayacaktır: Eğer bunu yapmazsan, risaletini tebliğ etmiş olmazsın.”
Bu cümlede geçen "risalet" mutlak bir ifadedir; herhangi bir kayıt içermemektedir. Bu durum, imametin açıklanmadığı ve imamın belirlenmediği takdirde, risalet makamının geçersiz olacağını ifade eder. Zira imamet, dinin özünü muhafaza eden temel kurumdur.
Buradan çıkan sonuç şudur: Bu ayetin anlamı yalnızca “Şayet halef tayin etmezsen bu özel emri yerine getirmemiş olursun” değildir. Aksine, “Eğer Ali’nin (a.s) velayeti ve halifeliğini tebliğ etmezsen, tüm risalet görevini ifa etmemiş sayılırsın” demektir.
Kâfirlerin Umutsuzluğa Kapıldığı Gün
“Gadir” gününde Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) halka şöyle sordu: “Ben Allah’ın resulü olarak üzerime düşeni yaptım mı? Size karşı velayet hakkına sahip değil miyim?” Halk, “Evet” cevabını verdi.
Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlasıysam, Ali de onun mevlasıdır: (Men kuntu mevlâhû fe-hâzâ Alîyyun mevlâh).”
Bu olay üzerine Maide Suresi’nin üçüncü ayeti nazil oldu:
“Bugün kâfirler dininizden ümit kestiler; onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”
Bu ayette iki kez “el-yevmu” (bugün) ifadesi geçmektedir. Kur’an’da “yevme” ve “yevme’izin” ifadeleri genellikle âhiret bağlamında kullanılırken, burada doğrudan velayet ve imametin ilanına işaret etmektedir.
Hz. Peygamber’in (s.a.a) düşmanları şöyle diyorlardı: “Biz onun ölümünü bekliyoruz; o öldüğünde davası da sona erecek.” [6]
Onlara göre, kitabı ve kanunu olan bir peygamberin ölümü, onun etkisini sona erdirecek ve onunla mücadele etmek mümkün olacaktır. Ancak bir lider, bir uygulayıcı ve canlandırıcı varsa, bu kişiyle mücadele mümkün değildir.
Gadir-i Hum’da öyle bir olay gerçekleşti ki, kâfirler umutsuzluğa kapıldılar. Nitekim Kevser Suresi’nde de belirtildiği üzere, Allah Peygamberine öyle bir “Kevser” verdi ki, bu nübüvvetin devam ve bekasının teminatı oldu. Bu surede Hz. Peygamber’e (s.a.a) şöyle denir: “Sen ‘ebter’ değilsin, senin düşmanın ebterdir.” [7]
Yani sonucu olmayan, kesintiye uğrayan, hedefe ulaşmayan kimse, ebterdir.
Kevser’in en bariz tecellisi, yüce Fatıma’nın (s.a) varlığıdır. Dolayısıyla Hz. Fatıma’nın (s.a) doğumu ve Hz. Ali’nin (a.s) Gadir-i Hum’da imametle görevlendirilmesi, dinin bekasını ve sürekliliğini teminat altına almış ve düşmanları ise, ebter ve umutsuzluğa sürüklemiştir.
Dolayısıyla “İmamet, Velayet ve Liderlik” Müslümanların Umudu, Kâfirlerin Umutsuzluğudur. Bu noktada mesele, belirli bir mezhep ya da fırkaya değil, doğrudan İslam’ın özüne dairdir. Eğer “imamet ve velayet” muhafaza edilirse, din hayat bulur ve canlılığını sürdürür.
İmametin Devamı, Velâyet-i Fakih
Tıpkı kâfirlerin, Hz. Peygamber’in (s.a.a) vefatını bekleyerek İslam’ın ortadan kalkacağını umut etmeleri ve Kevser ile Gadir’in bu planlarını boşa çıkarması gibi, Emirü’l-Müminin Ali’nin (a.s) imametine ve velayetine düşmanlık edenler de, Ramazan ayının on dokuzuncu gecesindeki suikast girişimini planladılar. Bu vesileyle Ali bin Ebi Talib’in (a.s) şahsında karşılaştıkları direnişi ortadan kaldırmayı hedeflediler. Ancak onlar, “Velayet ufkunda her yıldızın batışından sonra, yeni bir yıldızın doğacağını ve yeniden parlayacağını” bilmiyorlardı.
Nitekim İmam Muhammed Bâkır (a.s) şöyle buyurmuştur: “Biz, gökyüzünün yıldızları gibiyiz. Bir yıldız battığında, diğer bir yıldız doğar.” [8]
Yani parlak yıldızların tümü birden batmaz. Eğer batı ufkunda bir imam dünyadan göç ederse, doğu ufkunda başka bir imamın doğuşu başlar.
Ali bin Ebi Talib’in (a.s) velayeti de bu niteliktedir. O, fıkhî ya da yargısal bir hüküm verdiğinde Allah’ın velisiydi; fakat bu hükümlere uymak söz konusu olduğunda, kendisi de Ali bin Ebi Talib (a.s) idi. Fakih, diğerlerinden ayrışan bir hukukî şahsiyete sahiptir. Bu şahsiyet, aslında fakihlik, adalet ve cesaret gibi niteliklere dayanır. Bununla birlikte, fakihin bir de herkesle ortak olan bireysel (hakikî) şahsiyeti vardır.
Yüce Allah, dinin kemalini ve nimetinin tamamlanmasını Ehl-i Beyt’in (a.s) velayetiyle mümkün görür. Velayetle desteklenmiş bir din, kâmil ve Allah katında makbuldür. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de, dinin tamamlanması ve nimetin tamam oluşu ilan edildikten sonra şöyle buyrulmuştur:
“Ve sizin için İslam’ı din olarak seçtim.”
Yani, “Ben bugün İslam’ı sizin için din olarak beğendim.” Bundan önceki haliyle İslam, Allah katında beğenilen bir din değildi. Ancak bugün, velayet vasıtasıyla din kemale ermiş, nimet tamamlanmış ve böylece İslam, Allah tarafından kabul görür bir forma ulaşmıştır.
Allah katındaki yegâne hak din İslam’dır:
“Şüphesiz Allah katında din İslam’dır.” [9]
İslam, tüm peygamberlerin ortak diniydi ve zaman içinde her peygamberin şeriatıyla farklı tezahürlere bürünmüştü. Ancak velayeti içermeyen bir İslam, ne tamdır ve ne de kemale ermiştir. Velayetsiz İslam ve Ehl-i Beyt’ten yoksun bir Kur’an, yabancıların müdahalesine ve suistimaline açık hale gelir. Çünkü onlar bu durumda onunla oynayabilirler. Ancak dinin bir sorumlusu (mütevelli) ve müminlerin bir yöneticisi (vâlisi) olursa, yabancılar umutlarını yitirirler.
------------
[1]- En‘âm, 124.
[2]- Âl-i İmrân, 164.
[3]- Kasas, 5.
[4]- Maide, 3.
[5]- Maide, 67.
[6]- Tûr, 30.
[7]- Kevser, 3.
[8]- el-Kâfî, c.1, s.833.
[9]- Âl-i İmrân, 19.
tesettürlü escort ,fatih escort ,türbanlı escort ,travesti escort ,taksim escort ,beylikdüzü escort ,çapa escort
halkalı escort ,avrupa yakası escort ,şişli escort ,avcılar escort ,esenyurt escort ,beylikdüzü escort ,mecidiyeköy escort ,istanbul escort ,şirinevler escort ,avcılar escort