Bugun...



Üstad Mutahhari'nin Düşüncesinde Mehdeviyet ve İntizar - 1

Hz. Mehdi'nin (a.f) kıyamını ve evrensel vaadin intizarı çeşitli polemiklerle karşı karşıyadır.

facebook-paylas
Tarih: 29-09-2023 17:02

Üstad Mutahhari'nin Düşüncesinde Mehdeviyet ve İntizar - 1

Bismillahirrahmanirrahim

Kamil adalet ahirette tahakkuk edecekse dünyada adil ve evrensel bir hükümetin kurulmasına ne gerek var? Fereci (kurtuluşu) beklemek neden amellerin en üstünü sayılmıştır? Oysa "bekleyiş" kategorisi, "amel etme" kategorisine dâhil bile değildir. Buna rağmen nasıl en üstün amel olabilir? Hz. Mehdi'nin (a.f) tek evrensel hükümeti hususundaki görüşlerimiz dikkate alınarak günümüzdeki evrensel olma meselesine dair bir görüşe ulaşmak mümkün müdür? Zuhurun şartı dünyanın zulümle dolması ise, bizim ıslah çalışmalarımız zuhuru geciktirmez mi? Eğer bizim ıslah çalışmalarımız insanın tekâmül seyrini şekillendiriyorsa, o zaman vaat edilmiş Mehdi'ye (a.f) ne gerek vardır?..

Mehdeviyet Felsefesi ve İntizârın Gerekliliği

İslâmî felsefede had ve burhan telâzümü kaidesi denen bir kaide vardır. Bu kaideye göre bir mesele için sunulan her türlü burhan, ondan daha iyisiyle sonuçlanacaktır veya tam tersi. [1] Bizim bahsimiz de işte bu yönteme dayalıdır. Yani eğer Mehdeviyet’e dair münasip bir bilgi edinmek istersek, bunun bir yolu Mehdeviyet zaruretini gerektiren sebepleri incelemektir. Öyle görünüyor ki evrensel vaadin zaruretine dair en önemli delil, hilkat felsefesi de olan, enbiyanın bi’set felsefesinin ta kendisidir. [2] Hilkat felsefesi ibadet ve ubudiyettir. Ubudiyetin hakikati de Allah’a yakınlaşmadır. Kur’an-ı Kerim’deki çeşitli ayetlere göre bi’set felsefesi de tevhid ve toplumsal adalet olarak tanıtılmıştır. Şehid Mutahharî’nin şerhine göre, adalet de tevhid içindir. [3] Vaat edilen evrensel kıyamın en önemli gerekliliği, yeryüzünü adaletle doldurmaktır ama daha önce söylendiği gibi eğer kâmil adalet ahirette gerçekleşecekse, neden dünyada da gerçekleşmesi için uğraşılmaktadır? Bu sorunun cevabı, bizim insana, adalete ve ahirete bakışımıza bağlıdır. Birkaç maddede bunu açıklayalım:

1. Yaratılış Düzeninde İnsanın Konumu

Kur’an-ı Kerim’e göre insan yeryüzüne, yeryüzünde kalmak için gelmedi. Allah’a doğru ilerleyeceği yolu kat etmek ve kendisine layık olan Allah’ın halifesi makamına ulaşmak için, yani Allah’ın sıfatlarına mazhar olmak için geldi. İnsan, meleklerin zannettiği gibi yeryüzünde bozgunculuk yapıp kan dökecek bir varlık değildir. Aksine varlık sikkesinin diğer yüzü vardır ve bu, onun yaratılış felsefesidir. Hakikatte insanda asil olan şey, onun varlığındaki yüce değerlerdir. [4]

2. Fıtrat Esası

İnsan yalnızca dış etkenlerin etkisi altında kalan nötr bir varlık değildir. Aksine kendi zâtında gerçek bir şahsiyeti ve kemâle doğru hakiki bir yönelişi vardır. Bu yöneliş, onun varlığının temel felsefesidir ve üzerine sermaye koyulabilecek bir şeydir. [5] Bu ilk sermaye o kadar önemlidir ki her türlü bâtılın varlığı, tamamen bu hak sermayenin bir cüz’üdür. Âlemde salt bâtıl yoktur; bütün bâtıllar haktaki ifrat ve tefrit neticesinde ortaya çıkar ve müstakil bir hüviyetleri yoktur. [6] Diğer bir deyişle insan, dış etkenlerin etkisi altında kalarak dolacak salt boş bir kap değildir. Aksine onun yapısında bir görüşler ve eğilimler silsilesinin tohumları gizlidir ve bu sebeple insanın yapay bir madde gibi “yapılması” değil, “eğitilmesi” gerekir. [7]

3. Birey Ve Toplum İlişkisi

İslâm’da hem bireyin asaleti ve hem de toplumun vardır. İslâm’a göre (toplumun sadece kurumsal bir yapı olarak görülmemesi için) ne salt bireyin asaleti vardır, (bireyin kimlik sahibi olmasına engel olmaması için de) ne de salt toplumun asaleti vardır. Aksine şöyle söylemek gerekir:

Her biri fıtrî bir sermayeyle ve tabiattan aldıkları bir sermayeyle toplumsal hayata dâhil olan bireyler, ruhen birbirleriyle kaynaşmakta ve bu şekilde toplumsal ruh diye tabir edilen yeni bir ruhsal hüviyete sahip olmaktadırlar. Bu bileşim, benzeri bulunmayan bir tür kendine has doğal bileşimdir. Bu bileşim, cüzlerin birbiri üzerindeki aynî etkisi ve etkileşimiyle birbirlerinin aynî değişimine sebep olmaları ve cüzlerin yeni bir hüviyete kavuşmaları yönünden tabiî ve aynî bir bileşimdir. Ancak “küll” ve birleşik olma yönünden bir “tek gerçek” olmadığından diğer tabiî bileşiklerden farklıdır.

Yani diğer tabiî bileşiklerde bileşim, hakikî bileşimdir. Zira cüzlerin birbirleri üzerinde gerçek etkisi ve etkileşimi vardır; bireylerin hüviyeti, başka bir hüviyete dönüşür ve bileşik de bir “tek gerçek”tir. Yani salt tek bir hüviyet vardır ve cüzlerin kesreti, küllün vahdetine dönüşmüştür. Ancak birey ve toplum bileşiminde bileşim, gerçek bileşimdir. Zira gerçek etki ve etkileşim ve gerçek fiil ve infiâl meydana gelir.

Toplumun bireylerinden ibaret olan bileşim cüzleri de yeni bir hüviyete ve surete kavuşurlar ama hiçbir şekilde kesret vahdete dönüşmez; kesretlerin, içerisinde eriyip kaynaştığı tek gerçek unvanıyla “ekmel insan” yoktur. Ekmel insan, birey topluluğunun ta kendisidir ve soyut bir varlığa sahiptir [8]

Bununla beraber bireyin birey olarak saadetinin tahakkuku, toplumun toplum olarak saadetinin tahakkukunu gerektirmez. Çünkü ikisinin de asaleti vardır. İnsanın gerçekten saadete ulaştığının söylenebilmesi için, bireysel saadetine ilaveten toplum saadetinin de tahakkuk etmesi gerekir. [9]

4. Dünya ve Ahiret İlişkisi

Ahiret dünyanın bâtınıdır. Şu anlamda ki ahiret âlemi, dünya zamanının sona ermesinden sonra başlayacak olan tamamen müstakil bir âlem değildir. Eğer ayetlere ve rivayetlere derinlemesine bakılacak olunursa ahiretin, dünyanın bâtınında olduğu anlaşılacaktır. Öyleyse ahiret cezası, ne kararlaştırılmış bir cezadır, ne de dünya amelleri ile sebep-sonuç ilişkisi vardır. Aksine ahiret cezası, dünyadaki amellerimizin bâtınının ortaya çıkmasıdır [10].

Öyleyse şöyle denilebilir: Ahiret saadeti, dünya saadetinin bâtıni ve hakikî tecellisidir. Kur’an-ı Kerim’in tabiriyle, Allah’ı anmaktan gâfil olan bir insan, çeşitli refah imkânlarına sahip olsa bile yine de hayatı zor ve nahoştur. [11] Buna karşın Allah’ın evliya kulları, görünüşte ne kadar sıkıntı ve zorluk içinde olsalar da kâmil bir huzur ve sükûnet içerisindedirler. [12] Bu şekilde, kıyamette hakikî adaletin gerçekleşebilmesi için, dünyada hem bireysel ve hem de toplumsal açıdan kemâle ulaşmış insanın olması gerekir.

5. İnsanî Kemâl Türleri

İnsanın hayatındaki amellerini dört irtibat açısından incelemek mümkündür: Onun kendisiyle, Allah’la, diğer insanlarla ve tabiatla olan irtibatı. Ancak daha dakik bir yaklaşımla bu dört irtibatın, iki irtibata döndüğünü söyleyebiliriz: Allah’la irtibat ve diğerleriyle irtibat.

İnsanın kemâlinin Allah’la olan irtibatıyla söz konusu edilmesi gibi, insanların birbirleriyle irtibatı da insanın kemâle ulaşması bahsinde incelenebilir. Buna göre şöyle söylenebilir: Son Peygamber (s.a.a) bireysel açıdan tüm insanî kemâl mertebelerini geçmiş olmasına rağmen henüz insan, kendi kemâl mertebelerinin tümünü aşamamıştır. Zira bu kemâl mertebelerini toplumsal açıdan da geçmek gerekir. Elbette bu, Hz. Peygamber’in (s.a.a) makamına ait bir eksiklik değil, henüz toplum kemâlini gerçekleştirmeye hazır olmayan tüm insanlara ait bir eksikliktir. [13] Diğer bir deyişle bireyden ayrı olarak toplumun da asaleti olduğu dikkate alınırsa, toplumun kemâle ulaşması da söz konusudur ve bu kemâle ulaşma insanî âlemde gerçekleşmelidir. Belki ric’etin felsefesi de budur. [14]

Nasıl ki bireysel açıdan Allah’ın insan için dikkate aldığı Allah’ın halifesi makamının tahakkuku için bu makamın gerçekleşeceği bir insanın olması gerekiyorsa, toplumsal açıdan Allah’ın halifeliği makamının tahakkuku için dünyada kâmil bir toplumun olması gerekir. İlginç olan, insanın bireysel açıdan cismî olarak ortaya çıkması ve ruhen bekâ bulması gibi [15] toplumsal açıdan da hareket seyrinin iktisadî yapılardan başlaması ve kültürel yapılarla sonlanmasıdır.

İnsan, tekâmülünün çok yönlü olmasının neticesinde, zamanla doğal ve toplumsal çevresine bağlılığını azaltmış ve bir şekilde akide ile imana bağlılıkla eşit olan özgürlüğünü artırmıştır. Gelecekte de tam bir manevî özgürlüğe kavuşacaktır [16].

Beşerin maddî tabiata, iktisadî şartlara, bireysel ve toplu menfaatlere esaretten özgürlüğe doğru tekâmül seyri ve bir hedef, bir yol üzerinde olması, imanın ve ideolojinin daha fazla hâkimiyeti ve asaletiyle oldu ve şimdi de öyledir. İlkel beşerin iradesi daha çok doğal çevresinin, toplumsal muhitinin ve hayvanî tabiatının tesiri altında şekillenmiştir. Ancak gelişmiş beşerin iradesi kültürel tekâmül, bakış açısının gelişmesi ve ileri ideolojilere eğilim sayesinde zamanla doğal ve toplumsal çevreye ve de hayvanî içgüdülere esaretten kurtularak özgürleşmiş ve hatta bu etkenleri kontrol altına alabilmiştir. [17]

6. İslamî Ülkülerin Hakikî Olması

İslamî öğretilere dair önemli bir nokta, İslam’da söz konusu edilen bütün ülkülerin hakikî, aynî ve ulaşılabilir olmasıdır. Son yüzyıllarda Batı dünyasında ortaya çıkan yeni ekoller ve sunulan ülküler, genel olarak kendi ülkülerinin bir tür ideal olduğunu itiraf etmişlerdir. Bu ideallere ulaşmak için ettikleri tavsiyeler de yöntemsel bir tavsiye değildir.

Yani her ne kadar sonunda o ülküye ulaşamayacak olsanız da imkân dâhilinde o yönde ilerlemeye çalışın. Gerçekte onların “Medîne-i Fâzıla”ları ütopik değildir. Ülkü ve ideal kelimeleri anlamdaş kelimelerdir. İdeal kelimesinin sözlükteki tanımlarından biri “sadece zihinde ve zihin için mevcut olan”dır. Ancak İslâmî ülküler bu anlamıyla salt ideal ve hayalî değildir. İslam insanın Allah’ın halifesi sınırına ulaşmasını ister ve her şeyden önce bunun örneğini (Hz. Resulullah (s.a.a) ve Emirü’l-Müminin Ali (a.s)) beşerî topluma sunar. Böylece bu ülkünün ulaşılabilir olduğunu bilmelerini ister. [18] Bu şekilde, eğer bizden dünyada tam adaletli bir toplum kurmamızı istiyorsa, bunun gerçekleşmesi mümkündür ve ulaşılamaz bir ülkü değildir.

7. Hak İle Bâtılın Karşılaşması ve Sonunda Hakkın Kazanması

Genel olarak tarihin hareketi tekâmülî olsa da bu tekâmül cebrî ve şaşmaz değildir. Yani bu, her toplumun her tarih merhalesinde muhakkak bir önceki merhalesinden daha kâmil olacağı anlamında değildir. Bu hareketin temel etkeni insandır; insan da ihtiyar sahibi, özgür ve seçici olduğundan, tarihin kendi hareketinde dalgalanmalar vardır. Fakat genelinde bir tekâmül çizgisi üzerinde ilerlemiş ve ilerlemektedir. [19]

Diğer bir deyişle insanın özelliklerinden biri bireysel, sınırlı ve geçici şeylerden başka bir hedefi olmayan aşağıya doğru meyilli içgüdüleriyle bireysellik sınırından çıkıp bütün beşeri kapsamak isteyen yukarı doğru meyilli içgüdüleri arasındaki içsel tezadıdır. Eskilerin akıl ve nefis arasındaki savaş diye nitelendirdiği insanın bu içsel tezadı ister istemez insan güruhları arasındaki savaşa da yansımaktadır. Yani kemâle ulaşmış ve manevî özgürlüğe kavuşmuş insanlarla aşağılık ve hayvan sıfatlı insanlar arasındaki savaş ki Kur’an-ı Kerim bu savaşın başlangıcını Âdem’in iki oğlu Habil ile Kabil hikâyesine yansıtmıştır. [20]

Geçmiş tarihte ve gelecekte insan savaşları giderek inanca ve gidilen yola göre şekillenmiş ve şekillenmektedir. İnsan zamanla insanî değerler açısından kendi kemâl merhalelerine, yani ideal insan ve ideal toplum merhalesine yakınlaşmaktadır. Böylece nihayetinde hükümete ve adalete, yani İslamî tabirde Mehdi hükümeti diye adlandırılan insanî değerler hükümetine dâhil olacak, bâtıl, hayvan tabiatlı ve bencil güçlerin hükümetinden geriye biz iz kalmayacaktır. [21]

İlginç olan nokta şudur: Bazı hadislere göre Hz. Mehdi’nin (a.f) kıyamı “Said”in [22]  ve “Şaki”nin [23] kendi nihayetlerine ulaştıkları zamanda gerçekleşecektir. [24] Yani tarihin bu hareketi ilerledikçe hem Şaki daha Şaki olacaktır ve hem de Said daha Said olacaktır. Hak ve bâtılın nihaî kıyamına da ancak böyle bir toplum zemin hazırlayabilir. [25]

8. Gaybe ve Gaybî Yardımlara İman

Hak ve bâtılın savaşında gaflet edilmemesi gereken çok önemli bir nokta, dünya nizamının ahlâkî nizam olduğudur. Dinî açıdan dünya, iyi ve kötü amellere aynı tepkiyi veren bir yer değildir. Bu da kendisinden gaybî yardımlar unvanıyla bahsedilen şeydir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:

“Eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.” [26]

“Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” [27]

“Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler.” [28]

Bunların hepsi dünyaya hâkim olan dengelerin, gözle görülen maddi ve sıradan dengelerden çok fazla olduğunu bize anlatır. Bu önemli dengelerden biri, hak ve bâtılın nihaî savaşı için Hz. Mehdi’nin (a.f) gelmesidir. Şehid Mutahharî’nin tabiriyle: “Ayetlerden ve rivayetlerden anlaşıldığına göre beklenen Mehdi’nin (a.f) kıyamı, dünyanın başlangıcından beri süren hak ve bâtıl savaşlarının son halkasıdır. [29]

Bu, hak ehli cephesinin gaybî yardımıdır. Kur’an-ı Kerim mantığında dikkate almamız gereken, gaybî yardımların bizim çabalarımızla ve hareketimizle çelişmediği, esasında ancak çabalarsak yardımın bize yetişeceği noktasıdır.

Eğer Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder. “Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı” [30] ayetinde sen bir kenarda oturmuştun, gaybdan bir ok geldi ve düşmana saplandı buyurmuyor, “senin fırlattığın oku biz hedefe sapladık, sen kendi başına olsaydın o okun hedefe saplanıp saplanmayacağı belli değildi” buyuruyor.

9. Hz. Mehdi’nin (a.f) Kıyamından Sonra

“Mehdeviyeti” tanımak için gerekli olan son nokta, Hz. Mehdi (a.f) hükümetinin, insanın temel hareketinin başlangıcı olduğunu bilmektir, işin sonu değil. [31] Bu İslamî ideallerin en mühim güzelliğidir. Şehid Mutahharî’nin tabiriyle bütün ekollerin, idealleri gerçekleştiğinde işleri biter ve ölürler. Ancak bâtılla savaşlarını tamamlayan bir insanın gözünün önünde “Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın!” [32] emri kendini gösterir. O noksanlıkları bertaraf etmiş, yukarı doğru hareketinin henüz başındadır, yukarı çıkmalıdır. Bu hareketin sonu ve nihayeti yoktur. Ne kadar yukarı çıksa, varlık âleminde daha da yukarı çıkma imkânı vardır. [33] Belki de zuhur asrında insanların ilmî ve manevî açıdan fevkalade gelişim göstermelerinin felsefesi işte bu noktadır.

Doç. Dr. Hüseyin SÛZENÇÎ

 

-----------

[1]- İbrahimî Dînânî, 1372: c.3, s.240-249.

[2]- Mutahharî, 1372, s.69-73.

[3]- Mutahharî, 1372, s.74-85.

[4]- Mutahharî, 1372, s.52-54.

[5]- Mutahharî, 1375.

[6]- Mutahharî, 1372 b, s.35-37.

[7]- Mutahharî, 1371: s.35.

[8]- Mutahharî, 1374, s.26-27. Bazıları (Misbah Yezdî, 1357) bu görüşü eleştirmiş ve şunu savunmuşlardır: Bireyin ve toplumun asaleti birlikte kabul edilemez. Buna dair tüm sorunlar, hem vahdetin hem de kesretin hakiki kabul edilemeyeceği noktasına dayanmaktadır. Yazara göre kesrette vahdete makul bir mana veren varlıkta teşkik esası kabul edilerek onun bütün sorunlarına cevap verilebilir (Cevâd Âmulî, 1357: s.477-579). İlginç olan, Üstad Mutahharî’nin Toplum ve Tarih kitabında “Toplumlara bir tür kesrette vahdet ve vahdette kesret hâkimdir” diyerek bu konuya değinmiş olmasıdır (Mutahharî, 1374: s.44).

[9]- Hem bireyin, hem de toplumun asaleti konusuyla ilgili Kur’an kaynağına başvurulmak istenirse Tefsirü’l-Mîzân’da, Âl-i İmrân suresinin 200. ayetinin tefsirine bakılabilir (Tabâtabâî, 1422: c.4, s.94 ve sonrası).

[10]- Mutahharî, 1373 a, s. 201 ve 1373 b, s.30-32.

[11]- Kur’an-ı Kerim, Tâ-hâ (20)/124: “Her kim de benim zikrimden (Kur’an’dan) yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu kıyamet gününde kör olarak haşrederiz.”

[12]- Kur’an-ı Kerim, Yunus (10)/62: “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.”

[13]- Peygamber’in (saa) bireysel açıdan ahiret mertebesini de geçtiği ve ahiret mertebesinin ötesinde olduğu noktasına dikkat etmek gerekir. Bunun en güzel delili Miraç hadisidir. Bu hadiste Peygamber efendimiz (saa) ahirette azap veya nimet içinde olan insanların ahvalini anlatmıştır (Tabâtabâî, 1422, c.13, s.10 ve 11). Bundan başka Allâme Tabâtabâî ayetlerden ve rivayetlerden istifade ederek, Resulullah’ın (saa) ve diğer bazı insanların (muhlisler) Sûr’a üflendiğinde ölmeyeceklerini “Sûr’a üflenir ve Allah’ın dilediği kimseler dışında göklerdeki herkes ve yerdeki herkes ölür. Sonra ona bir daha üflenir, bir de bakarsın onlar kalkmış bekliyorlar.” (Zümer (39)/68) ve onların diğerleri gibi kıyamette hazır bulunmayacaklarını bize göstermiştir: “Bu sebeple muhakkak ki onlar, gerçekten hazır bulundurulacak olanlardır. Ancak Allah’ın ihlâslı kulları başka.” (Sâffât (37)/127 ve 128). Zira kıyamet onların huzurunda gerçekleşecektir, onların huzuruyla değil. Bunun için onların kendisi amellerin mizanıdırlar, onların amelleri tartılmaz. Daha fazla açıklama için İnsanu Ba’de’l-Dünya risalesine bakınız (Tabâtabâî, 1370). Netice itibarıyla önemli olan nokta ahiret hayatının ve ahiret sorgusunun bireysel olduğudur “Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz.” (En’am (6)/94) ve artık ahiret âleminde amelin, etkinin ve etkileşimin anlamı olmadığından, ahirette artık o toplum manasında bir toplum olmayacaktır. Ahiret hayatında insanlar beraber yaşayacak ama dünyadaki anlamıyla toplumsal bir hayat olmayacaktır. Bu yüzden, bu meselenin Resullullah’ın (saa) kemâline dair bir noksanlık olmadığını söyledik.

[14]- Allâme Tabâtabâî, Bakara suresinin 208 ila 210. ayetlerinin zeylinde, Hz. Mehdi’nin (a.f) hükümetinin, ric‘atin ve kıyametin, hakikatin zuhurunun üç mertebesi olduğunu, bunların sırayla birbiri ardına ortaya çıkacaklarını açıklamıştır (Tabâtabâî, 1422: c.2, s.110 ve 111). Bahsettiğimiz konuyu dikkate alarak tüm İmamların (a.s) ric‘at felsefesinin şu olduğunu söyleyebiliriz: Onlar bireysel açıdan insanî kemâl makamına ulaşmışlardır ama kemâle ulaşmış bir toplum olmadığından, onlar toplumsal açıdan bu insanî kemâli kendilerinde ortaya çıkaramadılar. Bu sebeple ric’at edecekler ve böylece bireyin hakikî âdil toplumda ulaşabileceği toplumsal kemâli de elde etmiş olacaklar.

[15]- Sadru’l-Müte’ellihîn Şîrâzî, 1410: c.8, s.347.

[16]- Mutahharî, 1371, s.37.

[17]- Mutahharî, 1371: s.48 ve 49.

[18]- Üstad Mutahharî bu konuyu “İnsan-ı Kâmil” adlı kitabında, İslam’daki kâmil insanı diğer ekollerdekilerle mukayese ettiği bölümde genişçe işlemiştir.

[19]- Mutahharî, 1371, s.47 ve 48.

[20]- Mutahharî, 1371, s.38 ve 39.

[21]- Mutahharî, 1371, s.44.

[22]- Said: İyi ve güzel yaratılışı, üstün ahlâkı sebebiyle hak katında makbul olan, kurtulmuşlardan sayılan (kimse).

[23]-  Şaki: Bahtsız, nasipsiz, Hak katında makbul olmayan kimse.

[24]- Mutahharî, 1371, s.66.

[25]- Üstad Mutahharî bir yerde şu hususa dikkat çekmiştir: “Aslında bozulmanın olduğu, hatta bozulmanın daha çok olduğu toplumlarda ruhî ve ahlâkî tekâmül için daha uygun bir zemin vardır. Zira ruhî, ahlâkî ve manevî tekâmül, muhalif hareketlere karşı mukavemet etmenin neticesidir (Mutahharî, 1372 a: s. 33 ve 34) ve bu yüzden şakilerin daha şaki olduğu bir toplumda iyiler de daha iyi olabilirler.

[26]- Muhammed, (47)/7.

[27]- Talak, (65)/2.

[28]- Enfal (8)/65.

[29]- Mutahharî, 1371: s.68.

[30]- Enfal, (8): 17.

[31]- Bu da ric‘atin felsefelerinden bir diğeri olabilir.

[32]- Bakara, (2)/148.

[33]- Mutahharî, 1372 a, s.57 ve 58.




Bu haber 733 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER MEHDEVİYET Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI