Bugun...


Üstad Mutahhari'nin Düşüncesinde Mehdeviyet ve İntizar - 2
Tarih: 06-10-2023 14:23:43 Güncelleme: 06-10-2023 14:23:43 + -


Hz. Mehdi’nin (a.f) inkılâbı, insanlık tarihinde büyük bir değişimdir.

facebook-paylas
Tarih: 06-10-2023 14:23

Üstad Mutahhari'nin Düşüncesinde Mehdeviyet ve İntizar - 2

Bismillahirrahmanirrahim

...

İntizarın Niteliği ve Bizim Vazifemiz

Tarihsel değişimler hususunda iki tür görüş vardır ve her ikisinde de “intizar” kendine has bir mana taşır.

Bir görüşe göre tarihsel değişimlerin kriterleri yoktur; varsa da insan iradesinin onun üzerinde bir rolü yoktur ve tarihin gidişatına göre bir cebir hâkimdir. Tarihsel değişimlerin kriterleri olmadığına inanan bir kimse, bu değişimlerin tanınamayacağını kabul etmelidir. Öyleyse Hz. Mehdi’nin (a.f) kıyamı da tahlil edilemez. O zaman intizar, acayip ve garip bir olayın olmasını ve gaipten bir elin gelip bir şey yapmasını beklemektir. İşte burada zuhur hadisleriyle ilgili yanlış tevillerin kapısı açılır ve hatta bazıları şöyle derler: “Mehdi’nin gelmesi için dünyanın zulümle dolması gerekir; öyleyse biz de zulmün yayılmasına yardım edelim”. Değişimlerin kriterleri olduğuna, ancak insan iradesinin bunlar üzerinde bir rolü olmadığına inanan kimsenin de şunu söylemekten başka bir çaresi yoktur: “Bir şey yapılamaz; yapılabilecek tek şey bu cebrî seyir üzerinde hareket etmektir”.

Yine bu mantıkta ıslahatlar reddedilir. Bu görüşün yaklaşımına göre de Hz. Mehdi (a.f) kıyamının salt patlayan bir mahiyeti vardır; sadece ve sadece zulümlerin ve ayrımcılığın yayılmasıyla gerçekleşir.

Düzelme sıfır noktasına vardığında, Hakk’ın ve hakikatin hiç taraftarı kalmadığında, meydanda yalnız bâtıl kaldığında bu patlama gerçekleşecek ve gayb eli hakikati kurtarmak için (hakikat ehlini değil, çünkü hakikatin taraftarı kalmamıştır) yeniden dışarı çıkacaktır [1]

İkinci görüş şöyledir: Tarihsel değişimlerin kriterleri vardır ve insan iradesinin de bunlar üzerinde rolü vardır. Bu görüşte iki türlü tasvir vardır. Dr. Şeriatî ve Üstad Mutahharî’nin “intizar meselesine” dair görüş farklılıklarını belki de bu noktada görmek mümkündür. Bir tasvir egzistansiyalisttir (varoluşçudur) ki bu tasvirde insan iradesinin çok önemli bir rolü vardır ama insan ötesi bir hedefi kabul etmez. İnsanın kendisine bir hedef yaratması gerektiğine inanır. [2] Aslında onlara göre insan ötesi bir hedefi kabul etmek ve insanın o hedef yönünde hareketi, kendine yabancılaşmayı beraberinde getirir. Öyleyse insan için önceden hiçbir hedef belirlememek gerekir. Herkesin kendi istediği hedefi seçmesi ve o yöne doğru hareket etmesi gerekir. Bu tasvire dair sorunlar, önceki görüşe dair olan sorunlardan daha çok olmasa da daha az da değildir. En önemli sorunu, değer yaratmanın tam anlamıyla manasız bir söz oluşudur. İnsanın, karşısında bir hedefi olduğunu farz etmesi ve sonra bu farazi hedefe ulaşmak için o yönde hareket etmesi gerçekten makul müdür? Bu, putu kendileri yapıp sonra o puta tapanların yaptığına ya da kendisini rahatsız eden çocuklara, onlardan kurtulmak için “Yukarı sokakta helva dağıtıyorlar” deyip çocuklar o yöne koşmaya başlayınca kendi kendine “Belki de helva dağıtıyorlardır” diyerek o yöne doğru giden saf adamın hikâyesine benzemektedir. Farazi bir hedefin anlamı yoktur ve hedef gerçek olmalıdır. Aynı zamanda insanın kendi varlığının derinlerinden kaynaklanmalıdır. Öyle ki ona doğru hareket, kendine yabancılaşmaya doğru bir hareket değil, kendine doğru bir kemâl hareketi telakki edilmelidir. [3]  

Her halükârda bu tasviriyle “intizar”, her duruma karşı sürekli bir itiraz anlamındadır ve inkılabın asaletini gerektirir. Yani özel ve belirli hiçbir hedef kabul edilmezse, o zaman insan her haliyle muteriz olmalıdır ve bazılarının kabul ettiği hiçbir hedefi kabul etmemelidir. Zira artık intizar sona erecektir. Göründüğü kadarıyla Dr. Şeriatî’nin “İntizar, İtiraz Mektebi” adlı kitabı da böyle bir temele dayanmaktadır.

Görüşün ikinci tasvirine göre şöyle söylenmesi gerekir: İnsan iradesinin tarihsel değişimler üzerinde önemli bir role sahip olduğu doğrudur ama fıtratın asaletini ve insanın içindeki gerçek hedefe doğru yönelmesini dikkate alırsak, bu intizar özel bir anlama kavuşur. Bu, öncelikle hakkın bâtıldan ayırt edilebileceğinin kabulüdür. İkinci olarak bu büyük evrensel savaşı neticeye ulaştırma yolunda bekleyenin aslî vazifesi “hak cephesinin sürekli takviye edilmesi ve hak ile bâtıl sınırının belirginleştirilmesi için çaba gösterilmesi” olacaktır. Bu anlamıyla intizar, hem bireysel ve hem de toplumsal açıdan sadece selbî bir hal olmadığı gibi, bütün fiillerimizi gölgesi altına alan icâbî bir fiildir. Bu sebeple en üstün amel sayılmıştır.

Bireysel açıdan bir kimse ancak kendisi adaleti huy edinmişse ve mizacı adaletle uyumluysa gerçekten adalet hükümetini bekleyebilir ve evrensel adalet arzusuna sahip olabilir. Adaleti seven bir kimse evrensel adaleti bekleyebilir ve adaleti seven bir kimse, birinci derecede kendisi adalet ehli olacaktır. Bu yüzden “Bir muslihi bekleyenlerin kendileri sâlih olmalıdır” denilmiştir.

Toplumsal açıdan da hakkın zaferi yönündeki bütün ıslah hareketleri, bekleyenlerin vazifesidir. Öyleyse cüz’î ve kademeli ıslahatlar kötü olmadığı gibi, kendi adına tarihin hareket seyrini hak ehli yararına hızlandırır. Tam tersi, bozulmalar, fesat, fısk ü fücurlar karşı güce yardım eder ve tarihin hareket seyrini hak ehli zararına yavaşlatır. Bununla beraber bu görüşe göre olması gereken, ağacın dalındaki bir meyveye ulaşma türündendir, bir buhar kazanının patlaması türünden değil. Nitekim bir ağaç, sulama vb. yöntemlerle daha iyi korunduğunda ve ona zarar veren şeylerden uzak tutulduğunda daha iyi, daha güzel ve daha çabuk meyve verir. [4]  

Bu anlamıyla, bizim evrenselleşme meselesi karşısındaki genel vazifemiz de belli olmaktadır. İslâmî açıdan evrenselleşme, “evrensel adalet hükümetinin tahakkuku” demektir. Bunun mukaddimesi de hak ve bâtılın nihai savaşıdır. Bu savaş için hak cephesini takviye etmek gerekir. Bu, İmam Humeyni’nin (r.a) şu sözünün karşılığıdır: “Biz inkılâbımızı dünyaya sunacağız.”

Elbette bu cephenin takviye edilmesinin, askerî takviyeden önce kültürel ve manevî takviye anlamına geldiğine dikkat edilmelidir. Zira bu cephenin esas hüviyeti, maneviyattır. Kastedilen hak ve adaletin olabildiğince net ve parlak biçimde ortaya koyulması ve de insanların hak ve bâtılı anlama gücünün artırılmasıdır. Öyle olmalı ki insanlar adalet hükümetini kaldırabilmeliler! Hz. Mehdi’nin (a.f) Hz. Ali’den (a.s) daha yüce olmadığı noktası gözlerden kaçmamalıdır. Öyleyse Hz. Mehdi’nin (a.f) adalet hükümetinin önemli özelliği, onun etkenine değil, edilgenine dönmesidir. Yani Hz. Mehdi (a.f) zamanında insanlar, hak ve bâtılı birbirinden ayırabilecek fikrî buluğ haddine ulaşmışlardır. Bu sayede halkın kendisinden yüz çevirmesi için bâtılı hak giysisine bürüyen düşmanlara teslim olmaz ve hakla karışmış olan bâtıl yemine aldanmazlar. [5] Ancak sahih ve makul bir adalet idraki olmayan insanlara, İmam Ali’nin (a.s) hükümeti bile dar gelmiştir; her ne kadar bilmeseler de. Emiru’l Muminin Ali’nin (a.s) tabiriyle: “Adalet ve dürüstlükte genişlik vardır.” [6] [7]  

İntizarla ilgili söylenenleri dikkate alarak, “zuhurun yeryüzü zulümle dolduktan sonra gerçekleşeceğini” söyleyen meşhur hadise tekrar göz atmamız ve bu hadisin önceki konularla ne şekilde birleştirilebileceğine bakmamız yerinde olacaktır. Şöyle söylenebilir: Evvela zulümle dolmak, zuhurun alametlerindendir ve sebeplerinden değil. Aslında zulmün yayılmasına yardım edilmesi gerektiğini söyleyen bahis konusu şerh, zulmün yayılmasını, zuhur sebebi olarak gören düşünce kaynaklıdır. Oysa zuhurun sebebi, zuhur mukaddimelerinin (ki bunlar hak ve bâtıl cephesinin belli olması ve de hak cephesinin takviyesidir) hazır olmasıdır. Bir şeyin alameti ve bir şeyin sebebi arasındaki ayrımın daha iyi anlaşılabilmesi için aşağıdaki örnekten faydalanılabilir.

Farz edin bir tren istasyonunda, her tren istasyona girmeden bir dakika önce trenin gelişini bildiren bir tablo yapmış olsunlar. Elbette bu bildirimin ardından tren gelir. Burada bu bildirim, trenin geleceğinin alametidir ve trenin gelme sebebi değil. Eğer biz, trenin gelmesine yardım etmek istersek, treni harekete geçiren motoru düşünmeliyiz, bahsi geçen tabloyu elden geçirmeyi değil. Biz tabloyu ne kadar değiştirirsek değiştirelim, kendi başına trenin gelişi üzerinde bir etkisi olmayacaktır.

Zulmün yayılması konusu da böyledir. Zuhur hususunda kendileri sebep olmayan bu tür birçok alamet zikredilmiştir. Mesela Deccal’ın gelişi. Zuhurun çabuklaşması için adı “Deccal” olan birini arayıp bulmamız ve onu belli girişimlerde bulunması için himaye etmemiz ne derece anlamsızsa, yine zuhurun çabuklaşması için zulmün artmasına çalışmamız da o derece anlamsızdır.

İkinci olarak Üstat Mutahharî’nin de belirttiği üzere “bu hadiste zulüm üzerinde durulmuştur ve zalim bir topluluktan bahsedilmektedir. Bu da mazlum bir topluluğun olmasını gerektirmektedir. Buradan, Hz. Mehdi’nin (a.f) kıyamının himaye edilme liyakatine sahip mazlumları himaye için olacağı anlaşılmaktadır. [8]  

Eğer hadiste “Yeryüzü küfür, şirk ve fesatla dolduktan sonra onu iman, salah ve tevhitle dolduracak” denseydi, himaye edilmesi gereken bir topluluğun olmadığı anlaşılırdı. Bu durumda beklenen Mehdi’nin (a.f) kıyamının, azınlık da olsa hak ehli olan bir topluluğu kurtarmak için değil de, kaybedilmiş ve sıfıra ulaşmış hakkı kurtarmak için olduğu iddia edilebilirdi. [9]

Üçüncü olarak öyle görünüyor ki hak cephesinin nasıl takviye edilebileceğine -yani önemli vazifenin, insanların adaletle ilgili idraklerini ve hak ile bâtılı ayırt etme derecelerini yukarı taşımak olduğuna- dair açıklamalara göre şöyle söylenebilir: Belki de yeryüzünün zulümle dolmasıyla kastedilen, onların zalimane fiiller yapmalarına değil, insanların idrak etmesi şartına bağlı oluşudur. Yani belki de kastedilen, insanların belli bir gelişim göstererek dünyanın zulümle dolmuş olduğunu idrak edecek ve artık bu zulme tahammül etmeyecek seviyeye gelmeleri ve bu yüzden adaleti beklemeleridir. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için insanlık tarihine bir göz atabiliriz. Örneğin Firavun zamanındaki insanlar büyük bir zulme maruz kalıyorlardı ama şöyle söylenebilir: Bu zulme ciddi biçimde itirazları yoktu ve sanki bu durumdan memnun gibiydiler. Daha iyi bir mukayese yapabilmek için elli yıl önce bütün dünyada yapılan zulmü, bugün yapılan zulümlerle karşılaştıracak olursak, belki de miktarının artmadığını ama dünya halklarının zulme olan hassasiyetlerinin fazlalaştığını söyleyebiliriz. Amerika’nın Vietnam’da işlediği cinayetler, belki de günümüzde Irak’ta işlenenlerden daha ağırdı ama bugün cinayetlere karşı dünyanın itirazı, o günlerde o cinayetlere karşı yoktu.

Dördüncü olarak bu hadisin yanında, şakinin ve saidin kendi durumlarının nihayetine ulaşmadıkça zuhurun gerçekleşmeyeceğine dair başka hadisler de vardır. Yani her iki grubun da kendi işlerinde nihayete ulaşacaklarından bahsedilmektedir, yalnız şakilerin şekavette nihai dereceye ulaşacaklarından değil. Yine İslâmî rivayetlerde, İmam’ın (a.f) zuhuruyla beraber ona katılacak seçkin bir topluluktan bahsedilmektedir. Zulüm ve fesat yaygınlaşırken, böyle bir güruhu eğitmiş çok güzel alanların da var olduğu anlaşılıyor. Bu durum, hem hakkın ve hakikatin sıfıra ulaşmadığını gösteriyor ve hem de hak ehlinin nicelik açısından dikkate değer olmadığı farz edilse bile, nitelik açısından iman ehlinin en değerlilerinden ve Seyyidü’ş-Şühedâ’nın (a.s) yarenleri sınıfında olduğunu gösteriyor.

İslâmî rivayetlere göre İmam’ın (a.f) zuhuru ve kıyamının mukaddimesinde hak ehli tarafından bir dizi kıyam gerçekleştirilecektir. Bunların da kesinlikle öncesinde bir zemin hazırlanmadan, durağan bir şekilde ortaya çıkması mümkün değildir. Hatta bazı rivayetlerde Hz. Mehdi’nin (a.f) kıyamına dek varlığını sürdürecek hak ehli bir devletten söz edilmektedir [10]

Doç. Dr. Hüseyin SÛZENÇÎ

 

----------

[1]- Mutahharî, s.56-64, 1371 hş.

[2]- Mutahharî, s.46-51, 1372 hş.

[3]- Bu konuyu Şehid Mutahharî “İnsanın Toplumsal Tekâmülü” adlı kitabının 48-50. sayfaları arasında muhtasar olarak, “Nehcü’l Belâga’da Bir Seyir” adlı kitabında ayrıntılarıyla işlemiştir. Yazar da bu görüşün bir özetini daha önce aynı dergide yayımlamıştır (Sûzençî, 1383: s. 212).

[4]- Mutahharî, s.47, 1371 hş.

[5]- Çoğu zaman insanlar hak ve bâtılı birbirinden ayıramadıkları için, hak ve adaletle savaşırlar ve hakkın peşinde olduklarını zannederler. Emiru’l Müminin Ali’nin (a.s) tabiriyle: “Eğer bâtıl haktan karışmaksızın arınmış olsaydı, şekte olanlar (hakikat peşinde koşanlar) için gizli kalmazdı. Eğer hak da bâtıl örtüsünden arınmış olsaydı, inatçı düşmanların dili ondan kesilmiş olurdu. Ama biraz bundan (haktan) ve biraz da ondan (bâtıldan) alınmış, sonra birbirine karıştırılmıştır. İşte o zaman şeytan, dostlarına musallat olur. Sadece Allah’ın lütfuna mazhar olanlar kurtulur.” (Nehcü’l Belâğa, 50. Hutbe) Hak ve bâtılın her zaman karıştırıldığını ve bundan sonra da karıştırılacağını dikkate alarak, hak ve bâtıl cephesini birbirinden ayıracak olanın belli bir idrak ve şuur düzeyine ulaşacak insanlar olacağı söylenebilir. Hz. Mehdi (a.f) hükümeti bu şekilde zafer kazanacaktır; Emiru’l Müminin Ali’nin (a.s) tabiriyle “Basiretlerini kılıçlarına taşıyan” insanlarla.

[6]- Nehcü’l Belâğa, 15. Hutbe.

[7]- Elbette günümüzde söz konusu edilen evrenselleşme (küreselleşme) meselesinden farklı bir paradigmadır. Aslında şu anda evrenselleşme hususundaki paradigmada asıl konu, diğer ülkelerle uluslararası ilişkiler kurulurken benimsenecek usuldür. Benimsenen ilke hemen hemen şudur: Biz Batılı olma anlamında bütün dünyayı kabul edemeyiz ama beklenen Mehdi’nin (a.f) kıyamından önce İslâmî kriterlere göre diğer ülkelerle irtibat kurabiliriz. Şehit Mutahharî “İslâmî Uluslararası İlişkiler” adlı makalesinde bu meseleyi işlemiştir (Mutahharî, s.249-266, 1380 hş).

[8]- İslâmî açıdan mazlum olmak ve münzalim olmak arasında fark vardır. İkisinde de haksızlığa uğramış kimseler vardır ama mazlum kişi, kendisi zulmün boyunduruğu altına girmek istemeyen ancak mukavemet gücü de olmayan kimsedir. Münzalim ise, zulme karşı koyabileceği halde zulme boyun eğen kimsedir. Böyle bir kimsenin önce kendisinin, kendi hakkını korumak için kıyam etmesi gerekir ve kıyam etmediği sürece ona yardım etmek pek münasip değildir. Yani İslâm’da zulüm etmek kadar, münzalim olmak da kötüdür. Bu sebeple müminler hakkında şöyle buyurulmuştur: “Ne zulmedersiniz, ne zulüm görürsünüz.” (Bakara (2)/279) Bu konu hakkında ayrıntılı bilgi için “Seyrî der Sîre-i Nebevî” kitabına başvurabilirsiniz (Mutahharî, s.96, 1370 hş).

[9]- Mutahharî, s.66, 1371 hş.

[10]- Mutahharî, s.67, 1371 hş.




Bu haber 657 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER MEHDEVİYET Haberleri

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
YUKARI