Bugun...



İnsanî Değerler

İnsan, biyolojik açıdan bir hayvan olup, bu dünyaya hayvan gibi hayvani boyutunu yaşamak için gelmemiş; aksine insanî boyutunu mükemmelleştirmek amacıyla gelmiştir.

facebook-paylas
Tarih: 05-01-2023 11:20

İnsanî Değerler

Bismillahirrahmanirrahim

İnsan iki "ben"e sahiptir: İnsanî ben, hayvanî ben. İnsanın değeri onun "hayvanî ben"inde değil, "insanî ben"indedir. "Hayvanî ben" asalak olup gerçekte "ben" değildir. İnsan, biyolojik açıdan bir hayvan olup (hayvanî özellik taşıyıp) hayvanî hayatının gereklerine önem vermesi gerekiyorsa da, bu dünyaya hayvan gibi yaşamak için gelmemiştir; bilakis insanî hayatını mükemmelleştirmek amacıyla bu dünyaya gelmiştir.

İnsanın her iki hayat ve boyutunda -hayvanî ve insanî- kendi varlığından kaynaklanan ihtiyaçları vardır. Meselâ, hayvanî ve nebatî (eğitilen ve gelişen) bir varlık olduğu için suya, yemeğe, eve, elbiseye ve havaya ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlarını temin etmek için çalışıp çaba harcasın diye açlık, susuzluk, lezzet, zevk ve yeme-içme duygusu, insan neslinin devamı için de cinsel içgüdü ve eş edinme eğilimi insanın özüne, yaratılışına yerleştirilmiştir.

İnsan kendi hayatının devamına ilgi duymakta ve hayatının devam etmesi için hayvanî hayatın gereklerine de bağlı kalmak zorundadır. Yemeği görüp isteği olduğunu ve acıktığını hissedince, doğal olarak (kendi içinden) yemek hazırlamaya ve onu yemeye koyulur. Hatta bir engelle karşılaştığında, onunla savaşmayı bile göze alır.

İnsanda böyle bir isteğin oluşması ve gereğinin yerine getirilmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Çünkü insan, hayatın devamı için çalışmak, yemek ve içmek zorundadır. Hatta bu davranışlar, hayvanî bir heves değil de hedefe ulaşma noktasında bir ön hazırlık olmaları boyutuyla İslâm'ın reddetmeyip tavsiye ettiği şeylerdir.

Buna göre tamamen hayvanî hayata eğilim gösteren, hayvanî istek ve eğilimleri için gece-gündüz demeden çalışıp çaba harcayan ve hayatta sadece yeme, içme, dinlenme, giyinme, şehvetini giderme ve hayvanî içgüdülerini doyurma gibi gayeleri olan bir insan kesinlikle dalalete ve sapıklığa düşmüştür. Çünkü melekûtî ruhunun ve insanî aklının hâkimiyetini ayaklar altına alarak onları unutulmuşluğa terk etmiştir.

Böyle biri insan sayılamaz. O, ancak insan kılığında bir hayvandır. Aklı vardır; ancak öyle bir inzivaya çekilmiştir ki, insanî faziletleri ve değerleri yaşayamamaktadır. Gözü ve kulağı vardır; ancak hakikatleri göremez ve duyamaz durumdadır.

Kur’an-ı Kerim böylelerinin hayvan; hatta hayvandan da aşağı olduğunu bildirmiştir. Çünkü hayvanın aklı yoktur, anlamaz ve düşünmez. Böyle bir insanınsa aklı oldu hâlde anlayamaz olması onu bu konuma getirmiştir.

Kur’an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:

Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi heva (istek ve tutku)larına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan bir kılavuz (doğru yol gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına uyandan daha sapık kimdir? Şüphe yok ki Allah, zulmetmekte olan bir kavmi hidayete erdirmez.”[1]

Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır, bununla kavrayıp anlamazlar; gözleri vardır, bununla görmezler; kulakları vardır, bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır.” [2]

Başka bir ayette de şöyle geçer:

Şimdi sen, arzularını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağına ve kalbine mühür vurduğu ve gözüne de bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp düşünmüyor musunuz?” [3]

Melekûtî nefislerini, kendi insanî saadet ve kemallerini nefsanî isteklere ve hayvanî hayata feda edenler ve insanî nefsi, hayvanî zevklerle değişenler, ne kadar da bedbahttırlar ve hüsrandadırlar!

İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Aldanmış kimse, dünyayla meşgul olan ve ahiret hayatından uzak duran kimsedir.” [4]

Yine şöyle buyurmuştur: “Seni rağbet edilen şeylere sürüklese bile nefsini bütün aşağılıklardan beri kıl. Çünkü nefsini aşağılatmana karşılık daha üstün ve yüce bir bedel bulamazsın (kendini zelil etmekle kalırsın). Hiçbir izzet, o zillete feda edilmez. Kendini başkasına kul etme, Allah seni hür yaratmıştır. Şerle elde edilen hayra, hayır denmez; güçlükle ulaşılan kolaylığa, kolaylık adı verilmez.” [5]

Yine şöyle buyurmuştur: “Ne kötü alışveriştir dünyayı kendin için para-pul görmen ve bundan ibaret bilmen; Allah katında nail olacağın lütfu ve ihsanı vererek dünyayı alman.” [6]

Ancak insan "hayvanî ben"iyle özetlenmez ve onun bir de "insanî ben"i vardır. Dolayısıyla bu yönüyle kutsal âlemden gelmiş olan ve hayvanî isteklerin dışında başka değerlere talip olan soyut ve melekûtî bir cevherdir.

Bu nedenle insan, kendi zatının bâtınına ve melekûtî ruhuna bakacak olur da kendini iyi bir şekilde tanırsa, kudret, keramet, ilim, rahmet, bağış, nur, ihsan, hayır, adalet âleminden ve kısacası kemal âleminden geldiğini, o âlemle uyum içerisinde olduğunu ve o âlemle ilişkili olduğunu görür. Burada insan başka bir bakış açısına kavuşup başka bir âlemi müşahede eder, mutlak kemale bakar ve onun değerlerine ilgi duyar. Böylece o değerlerden yararlanarak kemal derecelerinde yol almak ve Allah'a yakınlık makamına erişmek için nefsini, hayvanîliğin alçak mertebesinden yücelere doğru harekete geçirir ve ahlâkî değerlerin yeri işte burada belli olur.

Eğer insan, ilim, ihsan, iyilikseverlik, fedakârlık, adalet, bağış, mustazafları ve mahrumları savunma, doğruluk, dürüstlük ve emanete riayet gibi değerleri istiyorsa bu, kendini kemal âlemine mensup bir varlık olarak gördüğü ve bu gibi değerleri kendinin yüce "insanî ben"i ile uyumlu bulduğu içindir.

İşte bu yüzden onları sever; hatta bu değerlere kavuşmak için "hayvanî ben"ini ve onun eğilimlerini feda etmeye bile hazır olur.

Ahlâkî değer ve faziletler, insanın melekûtî ruhunun kemale erişmesi için gerek duyduğu, ihtiyaçlarıyla uyumunu idrak ettiği ve "onları yapmam gerekir" dediği birtakım ruhanî ve manevî kemallerden ibarettir. "Ahlâkî gerek"ler nefsin yüceliğinden ve asaletinden kaynaklanmakta olup, zatın ve ruhanî kemalin zirvesine erişmek içindir. İnsan, "hak yolunda fedakârlık etmem gerek" dediği zaman aslında, "fedakârlık, benim zatımın yücelmesi ve mükemmelleşmesi için gereklidir ve ben bu yüce makama ulaşmalıyım" demek istemektedir. İnsanların manevî kemale erişmelerinin yolu ve vesilesi birdir. Herkes değer olan ve değer olmayan şeyleri tanımakta eşit yaratılmıştır.

Eğer insan, kendinin pak ve kemali seven fıtratına müracaat edecek olur da nefsanî istek ve hevese yer vermeden düşünürse, ahlâkî değerleri ve ahlâkî açıdan değer olmayan şeyleri bulabilir. Normalde bütün insanlar bu özelliğe sahiptirler.

Bazı insanlar böyle kutlu bir idrakten yoksun gözükseler de, bu, gerçekte nefsî istek ve heveslerle hayvanî eğilimlerinin onların akıllarının nurunu söndürdüğü ve kendileri nefis meydanının rakipsiz kahramanı oldukları içindir.

Kur’an-ı Kerim de fazileti ve fazilet olmayan alçalışları insanların fıtrî özellikleri olarak tanımlamakta ve şöyle buyurmaktadır:

Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene andolsun ki, nefsi arındırıp temizleyen gerçekten felah bulmuştur (kurtuluşa ermiştir) ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp saran da elbette yıkıma uğramıştır.” [7]

Peygamberler, insanların fıtratını uyandırmak ve onların bilinçsiz ahlâkî şuurlarını bilinçli şuura dönüştürmek için gelmişlerdir. Peygamberler marifete, fazilete ve manevî değerlere dikkat çekmek; onlardan yararlanma, kemal derecelerini kat etme ve Allah'a yakınlık makamına erişme yolunda insanlara yardımcı olmak, insanları insaniyetin yüce makamına, yüksek insanî değerleri koruma ve ihya etmenin gerekliliğine teşvik etmek için gönderilmişlerdir.

Evet, peygamberler insanlara şu önemli noktayı hatırlatmak için geldiler: "Siz hayvan değil, makamı meleklerden de üstün olan insansınız. Dünyevî şeyler ve hayvanî tezahürler sizin yüce melekûtî makamınıza yakışmaz, kendinizi asla onlara satmayın!"

İmam Seccad'a (Zeynelabidin -a.s-), "Halkın en üstünü ve en şereflisi kimdir?" diye sorduklarında, "Dünyayı kendi nefsinin şeref ve değeri olarak görmeyen kimsedir" şeklinde cevap verdi. [8]

İnsan kendi insanî kişiliğini tanıma yoluyla "insanî ben" boyutunu kuvvetlendirirse, ahlâkî değerler kendisinde canlanır. Bu vesileyle rezalet ve alçaklıkları alt eder. İşte bu hâl, insanın insanî değerleri terk edip değersiz şeylerin peşine gitmesine müsaade etmez. Örneğin doğruluğu bırakıp yalana başvurmasına, emanete riayeti bırakıp emanete hıyanet etmesine, izzet-i nefsi bırakıp kendini zillete düşürmesine, ihsanı bırakıp halkı incitmeye kalkışmasına vs. müsaade etmez.

İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: “Her kim kendi nefsine değer verirse, nefsanî eğilimler onun gözünde alçalıp düşer.” [9]

İşte peygamberler, insanların kendi varlıklarının cevherini anlamaları, kendilerinin Allah ile olan irtibatlarının farkına varmaları, her şeylerini âlemlerin Rabbinin rızasını kazanma ve O'na yakınlık (kurb) makamına ulaşma yolunda harcamaları; yemelerinin, içmelerinin, uyumalarının, bakmalarının, konuşmalarının, çalışmalarının, ölümlerinin ve yaşamlarının hep ahlâk ve kutsiyet üzere olması için sürekli onların fıtratlarını uyandırmaya çalışıyorlardı. İnsan da Allah'ın kulu olduğunda, O'nun rızasını kazanmaktan başka bir hedef gütmez ve bu durumda yaptığı her şey ibadet olur.

De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, ölümüm, dirilişim, âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” [10]

Dolayısıyla kendini tanıyıp bilme, İslâm'da özel bir değer taşımaktadır. Nitekim İmam Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: “Kendi nefsini tanıma, tanıyışların en kârlısıdır.” [11]

Yine şöyle buyurmuştur: “Her kim kendi nefsini tanımışsa, yaptıkları değer kazanır.” [12]

Kendini tanımaktan maksat, şahsın kimlik kartında yazılanları bilmesi değildir. Bilakis, varlık âleminde insanın gerçek makamının farkına varması, topraktan yaratılmış bir hayvan olmayıp ilâhî ruhtan bir parça olduğunu, Allah'ın halifesi ve emanetçisi olma liyakatine sahip olduğunu bilmesidir. İnsan, sonsuz kemale doğru seyr-ü sülûk edip yükselmek için bilinçli, özgür ve özel yaratılışıyla kendini yetiştirme, eğitme sorumluluğunu yüklenmiş melekûtî bir varlıktır.

Böyle bir marifet ve tanıma sonucunda da insan, kendi içinde şeref ve üstünlük hissi duymakla kendi varlığının kutsiyet ve kutluluğunu anlar. Artık ahlâkî faziletler onun için anlam kazanır. Ümitsizlikten, inzivadan, boşluk ve monotonluktan kurtulur. Onun için hayat, belli bir amaca yönelik ve kutlu bir anlam kazanır.

 

-----------

[1]- Kasas, 50.

[2]- A'râf, 179.

[3]- Câsiye, 23.

[4]- Gureru'l-Hikem.

[5]- (Subhi Salih) Nehcü’l-Belağa, s.41, 31. Mektup.

[6]- Nehcü'l-Belâğa, Hutbe: 32.

[7]- Şems, 7-10.

[8]- Tuhefu'l-Ukul, s.285.

[9]- Nehcü'l-Belâğa, Hikmetli Sözler: 449.

[10]- En'âm, 162.

[11]- Gureru'l-Hikem, s.768.

[12]- Gureru'l-Hikem, s.628.




Bu haber 339 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER MANEVİYAT Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI