Bugun...



Allah'ı Zikretmek - 2

Allah'ı zikretmek büyük bir ibadet, kendini yetiştirmek, nefsi mükemmelleştirmek ve Allah'a doğru seyir ve sülûk etmek en iyi yoldur.

facebook-paylas
Tarih: 24-08-2023 11:22

Allah'ı Zikretmek - 2

Bismillahirrahmanirrahim

Zikirden Maksat Nedir?

Ayet ve hadislerde geçen “zikirden” ne kastedilmektedir? Acaba maksat "subhanallah ve'l-hamdülillah ve lâ ilâhe illallah" gibi dilin söylediği lafzî zikirler midir; yoksa daha farklı bir şey mi kastedilmiştir? Acaba bu lafızların bâtınına (manasına) dikkat edilmeksizin bu kadar önemli bir etkisi olabilir mi?

“Zikir”, sözlükte hem lafzî zikir ve hem de “kalp teveccühü” ile “bâtınî huzur” anlamında geçmektedir. Hadislerde de her iki anlamda kullanılmıştır.

Hadiste Hz. Musa'nın (a.s) münacat ettiği zaman, "Rabbim! Seni dili ve kalbiyle anan kimsenin mükâfatı nedir?" diye arz ettiği ve ona, "Ey Musa! Kıyamette onu arşın gölgesinde ve kendi sığınağımda kılacağım" diye cevap geldiği naklediliyor. [1]

Görüldüğü gibi, bu hadiste “zikir” hem dille ve hem de kalple yapılan zikir anlamında kullanılmıştır. Zikri her iki anlamda kullanan diğer birçok hadisler vardır. Ancak zikir bu hadislerde, çoğunlukla “kalp teveccühü” ve “bâtınî (manevî) huzur” anlamında kullanılmıştır. Zaten tam ve hakikî zikir de budur.

Allah'ı zikretmek, ruhanî ve ilâhî bir anlayış ve âlemlerin Rabbine içten teveccüh etmek, Allah'ı hazır ve nazır, kendini ise, âlemlerin Rabbinin huzurunda bilmekten ibarettir. Allah'ı böyle anan bir kimse O'nun emirlerine itaat eder; farizaları yerine getirir ve haramlardan uzak durur. Bu bakımdan Allah'ı zikretmek kolay bir iş değildir.

İmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: Sıradan insanların yapamayacağı en zor iş şu üç şeydir:

1- Kendin için razı olmadığın şeye, diğer insanlar için de razı olmayacak derecede insaflı davranman.

2- Malda, mümin kardeşlerinle eşitlik ve beraberlik.

3- Her durumda Allah'ı zikretmek. Allah'ı zikretmekten maksat sadece "subhanallah, ve'l-hamdülillah ve la ilahe illallah" demek değildir. Maksat, bir farizayla karşılaştığında onu yerine getirmek ve haramla karşılaştığında da onu terk etmektir. [2]

Hz. Resulullah (s.a.a) İmam Ali'ye (a.s) şöyle buyurmuştur: Üç şeyi yerine getirmek, ümmetin takatinin üstündedir:

1- Mümin kardeşlerle malda eşitlik ve beraberlik.

2- İnsanlara insaflı davranmak.

3- Her durumda Allah'ı zikretmek. Zikirden maksat "subhanallah", "elhamdülillah", "la ilahe illallah" ve "Allah-u ekber" demek değildir. Zikir, haram bir işle karşılaştığında Allah'tan korkarak, onu terk ederek Allah'ı anmaktan ibarettir. [3]

İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: Allah-u Teâlâ'yı gafletle zikretme; O'nu unutma. Allah-u Teâlâ'yı tam bir şekilde zikret; öyle ki, kalbinle dilin bir olsun ve içinle dışın uyum sağlasın. Zikrettiğin zaman kendini unutmadıkça ve işlerinde kendi nefsini etkisiz bilmedikçe, Allah'ı gerçekten zikretmiş sayılmazsın. [4]

İmam Cafer-i Sadık'tan (a.s) şöyle nakledilmiştir: Her kim gerçekten Allah'ı anarsa, O'na itaatkâr olur ve her kim Allah'tan gafil olursa, günah işler. Allah'a itaat etmek hidayetin ve günah işlemek ise, sapıklığın nişanesidir. Zikir ve gaflet itaat ile günahın kökleridirler. O hâlde kalbini kıble kıl ve dilini kalbin emri, aklın onayı ve imanın rızası dışında hareket ettirme. Çünkü Allah senin bâtınından (içinden) ve zahirinden (dışından) haberdardır.

Ruhu alınmakta olan veya amellerinin muhasebesi için Allah-u Teâlâ'nın huzurunda olan kimse gibi ol. Nefsini senin için önemli olan ilâhî vazifeleri yerine getirmekten, yani emir ve yasaklara, sevap ve cezaya baş eğmekten başka şeyle meşgul etme.

Hüzün suyuyla kalbini yıkayarak temizle. Allah seni andığına göre sen de O'nu an. Çünkü O, sana ihtiyacı olmadığı hâlde seni andı. O hâlde Allah'ın seni anması, senin (Allah'ı) zikretmenden daha değerli, daha lezzetli, daha mükemmel ve daha öndedir. Allah'ın zikriyle tanışman, O'nun karşısında huzu-huşu etmene, çekinmene ve mütevazı olmana sebep olacaktır. Ve bunun neticesi de O'nun önde (kıyamette) olan lütuf ve keremini görmektir. Bu durumda itaatlerin çok olsa da Allah'ın bağışları karşısında küçük olur.

O hâlde amellerini sadece Allah için yap. Eğer ettiğin zikri (büyük) sayarsan, bu riyaya, kibre, cehalete, halka sert ve kaba davranmana, ibadetlerini büyük görmene, Allah'ın fazlından ve kereminden gaflet etmene sebep olur. Böyle bir zikrin Allah'tan uzaklaşmaktan başka bir faydası yoktur ve günlerin geçmesiyle üzüntü ve korkudan başka etkisi olmaz.

Allah'ı zikretmek iki kısma ayrılır: Biri halis zikirdir ki, kalp ona eşlik eder. Diğeri de sarfınazar edici zikirdir ki, Allah'tan başkasını anmayı reddeder. Resulullah'ın (s.a.a) buyurduğu gibi: "Ben seni övemem, sen kendin kendini övdüğün gibisin." O hâlde Resul-i Ekrem (s.a.a) kendi zikrine değer vermemiştir. Zira Resulullah (s.a.a) kendisinin Allah'ı zikretmesinden önce, Allah'ın onu zikrettiğinin bilincindeydi. O hâlde, diğerleri kendi zikirlerini bir hiç saymaya daha layıktırlar. Bundan dolayı Allah'ı zikretmek isteyen kimse bilmelidir ki, Allah insanı anarak onu kendisini zikretmeye muvaffak etmedikçe, insan Allah'ı zikredemez. [5]

Gördüğünüz gibi, bu hadislerde “kalp teveccühü” ve “gönül huzuru” zikrin örneği olarak tanıtılmıştır. Sadece hiç etkisi olmayan bir tasavvur ve hatırlama değil; Allah'ın emir ve yasaklarına itaat etme ve bunun nişanelerinden biri olarak tanınan etkili bir kalp huzuru. Ancak bu söz, "lailahe illallah", "subhanallah" ve "elhamdülillah" gibi lafzî ve sadece dille söylenen zikirlerin, zikrin hakikî örneklerinden olmamalarını gerektirmiyor; bilakis bu kelimeler de Allah'ın zikrinden bir mertebe ve bir derecedir. Ayrıca lafzî zikirler de kalpten kaynaklanmaktadır. Bu lafızları diline getiren kimse kalben de ve az da olsa Allah'a teveccüh etmiştir; yoksa bu lafızları ağzına bile alamazdı.

İslâm'a göre bu kelimeleri söylemek de iyi ve sevaptır; ancak kurbet (Allah'a yaklaşmak) kastıyla olması şarttır. Zahirî (şeklî) namaz da bu lafız ve hareketlerden ibarettir ve Allah-u Teâlâ da bizden bu zahirî namazı istemiştir. Ancak “kalp huzuru” ve “bâtınî teveccüh” namazın ruhudur.

Zikrin Mertebeleri

Zikrin çok geniş bir makamı, mertebeleri ve dereceleri vardır. Birinci ve en düşük derecesi, lafzî ve dil zikrinden başlar; kopuş, şühud ve fena mertebesine kadar devam eder.

Birinci mertebede zâkir (zikreden), kalben Allah'a teveccüh ettiği için kurbet (âlemlerin Rabbine yaklaşma) kastıyla belli başlı zikirleri anlamlarına dikkat etmeksizin dile getirir.

İkinci mertebede kurbet kastıyla zikirleri söylerken, aynı zamanda onların anlamını da zihninden geçirir.

Üçüncü mertebede dil, kalbi izleyerek zikreder. Şöyle ki, kalp Allah'a teveccüh edip içinden zikirlerin anlam ve mefhumlarına iman ettiği için dille zikretmesini emreder.

Dördüncü mertebede, salikin âlemlerin Rabbine karşı bâtınî huzuru ve tam bir kalp teveccühü vardır ve Onu hazır ve nazır; kendisini ise O'nun huzurunda görür. Bu makamda bu haletlerin arız olmasında salikler farklıdır; her biri diğerine oranla daha kâmildir. Allah'tan başkasından ne kadar alakalarını keserlerse, Allah-u Teâlâ'yla o kadar yakınlık kurar ve O'na sevgi beslerler. Bu durum Allah'tan başkasından alakasını tümüyle kesip lika ve fena (Rabbinde yok olma) derecesine ulaşıncaya kadar böylece devam eder.

Salik, makamların en üstünü olan bu makamda dünyevî hicap ve perdeleri yırtmış, hakikî olmayan mecazî bağları kesmiş, hayır ve kemallerin kaynağına ulaşmıştır. Her şeyi, hatta kendi nefsini bile terk ederek Allah'a dönmüştür. Allah'tan başkasından kopmuş ve muhabbetini Allah'a mahsus kılmıştır. Bu makama erişince, Allah'tan başka gönül verecek bir kemal göremez, O'nun dışında ünsiyet kuracak bir dost bulamaz. Allah'tan başka bir hakikat göremez.

Bu muhlis kullar azamet, celal, kemal, hayır ve nur kaynağına ulaşıp, kalp gözleriyle Allah'ın cemalinin nurlarını görürler. Kemallerin kaynağına ulaştıklarından, mecazî kemaller onların gözünde değersizdir artık. Allah-u Teâlâ'nın aşk ve likasının muhabbetiyle yanar, yakınlığın zevkini iki âleme de değişmezler. Dünyadaki varlıkları gördüklerinde, hepsini yegâneliğin cemalinin nurundan bir ışıltı ve Allah-u Teâlâ'nın mükemmel varlığının birer delili ve nişanesi olarak görürler. Bu konuda, ariflerin önderi İmam Ali (a.s) şöyle buyuruyor: Allah'ı dünyada gördüğüm her şeyden önce, her şeyden sonra ve her şeyle birlikte gördüm.

Biri, İmam Ali'ye (a.s), "Allah'ı gördün mü ki, O'na ibadet ediyorsun?" diye sorduğunda o, "Yazıklar olsun sana! Ben görmediğim Allah'a ibadet etmem." buyurdu. "Allah'ı nasıl gördün?" dediğinde ise, "Yazıklar olsun sana! Allah zahirî gözlerle görülmez; O'nu kalpler iman hakikatiyle görürler." cevabını verdi. [6]

İmam Hüseyin (a.s) şöyle buyuruyor: Her şey sana muhtaçken, senin varlığını ispatlamak için bir şeyle nasıl delillendirilebilir? Acaba başka bir varlıkta sende olmayan bir aşikârlık var mı ki, o seni aşikâr etsin? Ne zaman kayıptın ki, (varlığını ispatlamak için) delile ihtiyaç olsun? Ne zaman uzaktın ki, nişane ve izler sana ulaşmak için vesile olsun? Seni kendisine murakıp (nazır) bilmeyen göz kördür ve muhabbetinden kendisini nasiplendirmediğin kul pek ziyankârdır. [7]

İmam Ali (a.s) Şâbaniye münacatında şöyle buyuruyor: İlâhî! (Senin dışındaki her şeyden) sana doğru tamamen kopmayı bana lütfet ve kalp gözlerimizi senin cemalini görmekle aydınlat ki, kalplerin basiret gözleri nur perdelerini yırtsın, azamet kaynağına ulaşsın ve ruhlarımız senin kutlu makamına erişsin. [8]

İmam Zeynelabidin (a.s) Allah'ın bu muhlis kulları hakkında şöyle buyuruyor: Rabbim! Diller senin celalinin layık olduğu hamt ve senaya ulaşmaktan, akıllar senin cemalinin hakikatini idrak etmekten ve gözler cemalinin nurlarını görmekten acizdirler. Marifet makamına ulaşmak için, kullarına acizliklerini itiraftan başka bir yol bırakmadın.

Ya Rabbi! Bizleri, likanın şevkinin fidanı, gönül bahçelerinde dikilen ve aşkın, kalplerini kapsayan, yüksek düşün-celer merkezine sığınan, Rablerinin kurb ve şuhud makamının bağlarında nimet verilen; muhabbet kaynağından lütuf kadehiyle içen, sefa ve sevgi kanallarına giren, (kalp) gözlerinden perde kalkmış ve şüphe zulmeti inanç ve kalplerinden bertaraf olan ve şüphe ıstırabı kalplerinden giderilen kullarından kıl. O kullarından ki, kalpleri marifet bularak genişlemiş, takva yarışında gayretleri yükselmiş ve Allah-u Teâlâ ile muamelede lezzetli bir içeceğe ve Allah ile gizli dostluklarında tertemiz bir kalbe sahiptirler. Onlar korkulu durumlarında emniyet yolundan yararlanırlar ve Allah'a dönmekte mutmain bir nefse sahiptirler, saadet ve kurtuluşa erme yolunda yakin mertebesine ulaşmışlardır; sevgililerini görmekle gözleri aydınlanır ve istedikleri şeye ulaşmakla kalp huzuru bulurlar, dünyayı ahirete değişmekle kâr ederler.

Rabbim! Senin zikrinle kalplere ilham gelmesi ne kadar da lezzet vericidir! Ve gayb yollarında tefekkür vasıtasıyla sana doğru sülûk etmek ne kadar da tatlıdır! Senin muhabbetinin tadı ne kadar da lezzetlidir! Sana yakınlık şerbetinden içmek ne kadar da afiyetlidir! O hâlde, bizi senden uzaklaşmaktan koru ve bizi en has ariflerinden, en salih kullarından, sana itaat eden en sadık kimselerden ve sana ibadet eden en muhlis insanlardan kıl.

Ey azamet ve celal sahibi Allah! Ey kerim ve bağışlayıcı olan Allah! Rahmet ve bağışlarının hürmetine (kabul et duamı) ey merhametlilerin en merhametlisi! [9]

Kısacası, dördüncü mertebe pek yüce bir makamdır. Vacibu'l-Vücud'un (Allah-u Teâlâ'nın) mukaddes zatının makamına dek, sonsuz kemal ve cemale kadar; yani sonsuza dek devam eden makam ve dereceleri vardır ki, bu makam ve dereceler “ehlullahın dillerinde zikir, ünsiyet, inkıta (kopuş), muhabbet, şevk, rıza, korku, şuhud, ayne'l-yakin, hakke'l-yakin ve nihayet fena ve beka-i billâh makamları” diye adlandırılırlar.

Bu tabirler çoğunlukla ayet ve hadislerden alınmıştır ve bu adlarla adlandırılmalarının bir sebebi vardır. Örneğin salik, Vacibu'l-Vücud'un/Allah-u Teâlâ'nın sonsuz azamet, cemal ve kemaline teveccüh edince, O'nun muhabbetini, nurunu ve feyizlerini nazar-ı dikkate alınca, kendinin güçsüzlüğüne ve acizliğine ve o yüksek makama ulaşmak için mesafenin uzaklığına dikkat edince, onda aşkla ve şevkle yanıp tutuşma meydana gelir. İşte bu makama "şevk" makamı denir.

Makam, derece ve kemallere ulaşınca da bunlarla ünsiyet kurar, neşe ve mutluluk duyar. Bu makama ise "ünsiyet" makamı denir.

Allah-u Teâlâ'nın sonsuz azamet, cemal ve kemaline teveccüh ettikten sonra o makama ulaşmak için kendi zaafına, güçsüzlüğüne ve acizliğine vakıf olunca kalbi titrer ve acı duyar, korku bütün vücudunu sarıverir ve ağlamaya, yanıp yakılmaya başlar. İşte bu makam da "havf", "korku" makamıdır. Diğer makamlar da aynı şekildedir.

Nefsinin isteklerine tutsak, maddiyat zulmetlerinde esir ve manevî makamlara ulaşmaktan mahrum olan, Allah'ın bu kulunun (ben) bu derin ve nihayeti olmayan engin okyanusa ayak basmayıp, bu yüce makamların açıklamasını ehline bırakması daha uygun olsa gerek. Çünkü muhabbet, dostluk ve yakınlığın tadını tatmayan kimse onu açıklamaktan ve şerh etmekten acizdir. (Salihleri severim; ancak kendim onlardan değilim. Allah'ım! Senin zikrinin tadını bize tattır et ve bizi zikir ehlinden kıl.)

Sözü ehlinden duyalım. Büyük filozof ve arif Sadruddin Şirazî şöyle yazıyor: Allah'ın rahmetinin nurlarından bir nur bir kula nasip olursa, cehalet ve tabiat uykusundan uyanır; bu madde âleminin ötesinde diğer bir âlemin de varlığından, hayvanî lezzetlerden daha üstün lezzetlerin de olduğundan haberdar olur. Bu durumda batıl ve değersiz şeylerle meşgul olmayı bırakarak günah işlemeyeceğine dair Allah'a tövbe eder. Derken Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmeye, ilâhî vaazları dinlemeye, Resulullah'ın (s.a.a) hadisleri hakkında düşünmeye ve şeriat gereğince amel etmeye başlar. Uhrevî kemallere ulaşmak için makam, mevki vs. gibi dünya pisliklerinden el etek çeker. Eğer Allah'ın inayetinden daha fazla bir pay alırsa, kesin bir kararla Allah'tan gayrı her şeye göz yumup Allah'a doğru hareket eder. Nefis vatanından ve heves makamından kurtularak Allah'a doğru yükselir.

Bu durumda, melekût nurlarından birtakım ışıklar aşikâr olur ona, gayb âleminden onun için bir kapı açılır ve kutsal âlemden tedricen birtakım sayfalar görünür. O sırada gaybî şeyleri misal suretinde görür; gaybî şeyleri görmenin tadını alınca inzivaya, bir köşeye çekilmeye ve sürekli zikretmeye ilgi duyar. Kalbi maddî meşguliyetlerden kurtularak bütün varlığıyla Allah'a teveccüh eder. Bu durumda ona tedricen ilâhî ilimler verilir ve ara sıra onda manevî nurlar zahir olur. Bu durum, tamamen yerleşip ve değişim bertaraf olup sükûnet ve huzur gelinceye kadar devam eder. O sırada Ceberut âlemine girer ve mücerret (soyut) akılları görür, onların nuruyla tahakkuk bulup nurlanır. Yegâneliğin sultanı, azamet ve kibriya nuru ona aşikâr olur, varlığını ve benliğini yıkar, dağıtır ve yegânelik sultanının azamet ve celali karşısında alçalır. Salikin nazarında Allah'tan gayrı her şeyin mahvolduğu ve "(Allah sorar:) Bugün mülk kimindir? Bir olan, kahhar olan Allah'ındır." sesini duyduğu bu makama "tevhit" makamı denir. [10]

Rahmetli arif Feyz-i Kâşanî de şöyle yazıyor: Allah'ın sevgisini kazanmanın, Allah'ı görme ve O'na kavuşma ortamını hazırlamak için o sevgiyi güçlendirmenin yolu, marifet kazanmak ve onu kuvvetlendirmektir. Marifet kazanmanın yolu ise, dünya meşguliyetlerinden ve dünya sevgilerinden kalbi temizlemek ve Allah'a doğru yönelmek üzere zikir, tefekkür ve kalpten Allah'ın dışında her şeyin sevgisini çıkararak başka şeylerden tamamen kopmaktır. Çünkü kalp bir kap gibidir, eğer suyla dolarsa sirkeyi alacak kapasitesi olmaz, sirkeyi doldurmak için suyu boşaltmak gerekir.

Allah-u Teâlâ hiç kimsede iki kalp yaratmamıştır. Kâmil olan sevgi, bütün kalple Allah'ı sevmektir. Allah'tan başkasına teveccüh ettiği müddetçe kalbin bir köşesi Allah'tan başkasıyla meşgul olur. Tabi ki Allah'tan başkasına Allah'ın fiili, mahlûku ve O'nun isim ve sıfatlarının mahzarlarından biri olması açısından teveccüh ederse, durum değişir ve söylenenler söz konusu olmaz.

Allah-u Teâlâ, Kur’an-ı Kerim'de bu anlama işaret ederek, "Allah de, sonra da onları bırak, saçma uğraşlarında oyalanıp dursunlar." [11] diye buyuruyor.

Bu, şevkin galebesi neticesinde ortaya çıkar. Şöyle ki insan kendisi için aşikâr olan şeyin daha çok aşikâr olması için çaba harcamalı ve henüz ortaya çıkmayan ve varlığı söz konusu olmayan şeye talip olmalı, onu istemelidir. Zira şevk, daima bir açıdan idrak edilmiş, diğer bir açıdan da idrak edilmemiş bir şeyde söz konusu olur ve devamlı sonu olmayan iki şeyin arasında bulunur. Çünkü ortaya çıkmış ve var olmuş bir şeyin açıklığının derece ve mertebeleri sonsuzdur.

Yine Allah'ın cemal ve celalinden baki kalan şeyin artışında bir sınır yoktur. Aksine kavuşmanın gerçekleşmesiyle yine herhangi bir elem görülmeyen zevk verici şevki hisseder. O hâlde şevk hiçbir zaman sükûn bulmaz. Özellikle yukarıdaki oldukça çok olan dereceleri görünce... Nitekim bir ayette, "Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşup parıldar. Derler ki, Rabbimiz, nurumuzu tamamla." [12] buyrulmuştur. [13]

Ayetullah İbrahim EMİNÎ

 

---------

[1]- Biharu'l-Envar, c.93, s.156.

[2]- Biharu'l-Envar, c.93, s.155.

[3]- Biharu'l-Envar, c.93, s.151.

[4]- Gureru'l-Hikem, s.817.

[5]- Biharu'l-Envar, c.93, s.158.

[6]- Hekaiku'l-Feyz, s.179.

[7]- Mefatihu'l-Cenan (Arafat Duası).

[8]- Mefatihu'l-Cenan (Münacat-ı Şabaniyye).

[9]- Mefatihu'l-Cenan (ariflerin münacatı).

[10]- Mefatihu'l-Gayb, s.54.

[11]- En'âm, 91.

[12]- Tahrîm, 8.

[13]- el-Hakaik, s.181.




Bu haber 884 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER MANEVİYAT Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI