Bugun...



İmamların makamı enbiyaların makamından daha mı üstün?

İmamların makamı enbiyaların makamından daha mı üstün?

facebook-paylas
Güncelleme: 15-06-2020 15:02:02 Tarih: 21-02-2020 12:29

İmamların makamı enbiyaların makamından daha mı üstün?

Soru:

İmam Humeyni (r.a.) "Hükümet-i İslami" adındaki yapıtta şöyle diyor: İmamların makamı o kadar üstündür ki, ne melek ve ne de nebi o makama ulaşamaz. ("Hükümet-i İslami", s. 25). Bunu nasıl kabul edebiliriz?

İmamların ilmi makamları nebilerinkinden daha üstün olduğu meselesi birçok rivayetlerde konu edilmiş. Bunun asıl delili İmamların (a.s.) nurani olan batini boyutlarının Peygamber (s.a.a.) ile bir olmalarıdır. Peygamber (s.a.a.) diğer peygamberlerden üstün olduğu gibi, bu kaynaktan yararlanan imamların ilmi makamı da diğer tüm peygamberlerden daha üstün olması tabiidir. İnsan türünün meleklerden daha üstün olduğu İslam'ın tartışmaz konularından olduğu itibariyle imamların meleklerden de üstün olmaları hiçte şaşırtıcı ve kabul edilecekten uzak bir durum değildir.

 

Ayrıntılı Cevap:

İmam Humeyni'nin (r.a.) bu sözü muteber ve kabul görülmüş "hadis kaynaklarında" nakil edilmiş birçok rivayetlerden alıntı yapılmıştır.

İmam Cafer Sadık şöyle buyurmuşlardır: "Bizim yanımızda Allah’ın sırlarından bir sır ve Allah’ın ilimlerinden bir ilim türü vardır ki Allaha yemin ederim bu sır ve ilmi ne melek mukarrib, ne nebiyi mürsel (gönderilmiş nebi) ve ne imanı imtihan edilmiş müminler öğrenebilirler. Allah u Teâlâ hiç kimseyi bununla yükümlü kılmamış ve hiç kimse bu ilim vasıtasıyla Allaha kulluk yapmış değildir".[1]

Buna binaen imamların ilim ve makam bağlamındaki üstün oldukları konusu bu rivayet esasınca konu edilmeli ve değerlendirilmelidir. Şia âlimlerinin konuyla alakalı söz ve söylemleri bu delillere dayandırılmaktadır.

İmamların makamına değinmeden önce şu noktayı hatırlatmak lazım: insan türünün meleklerden üstün olduğu meselesi İslam'ın tartışmaz kabullerdendir. Buna binaen masum imamların meleklerden üstün olmaları hiçte şaşırtıcı ve kabul edilir durumdan uzak bir görüş değildir. İmamların nebilerden de üstün olmaları konusu farklı yönlerle ispatlanması mümkün ve İslam'ın hiçbir ilkesine ters düşmemekle kalmayıp bu makamların tanınması İslam’ın gerçek ve hakiki maneviyatıyla sıkı bir bağ ve ilişki içindedir. Hiçbir Müslümanın bu makamlardan bihaber kalması doğru değildir. Zira bu makamlar insanı kâmilim makamıdır. Her Müslümanın doğru bir şekilde bu makamları tanımalıdır. Bu iddianın ispatı birkaç noktanın zımnında mümkündür:

Birinci nokta: on dört masumun sahip oldukları hakikat bir hakikattir. Başka bir beyanla on dört masumun tümü tek bir nurdan yaratılmış. Ehlibeytin (a.s.) tek bir nurdan oldukları hakikati birçok rivayette açık ve net bir şekilde açıklanmış. Söz konusu olan rivayetlerde bazen "Al-i Aba"nın beş kişisi ve bazen de masumların hepsi açık ve net bir şekilde dile getirilmiş.

Numune babından aşağıdaki rivayetleri birinci (ali aba) ikici (bütün masumlar) tür rivayetlerden sayılması mümkündür:

a)   Allah-u Teâlâ, Hz. Muhammed’i (s.a.a.) muhatap alarak şöyle buyuruyor: Ey Muhammed! Ben seni, Ali’yi, Fatıma’yı, Hasan’ı ve Hüseyni tek bir nurdan yaratım. Sizin vilayetinizi semada ve yerde yaşayan varlıklara arz ettim hepsi kabul etti. Her kim onu kabul ederse benim katımda müminlerdendir. Her kim onu inkâr eder ve kabul etmezse benim katımda kâfirlerdendir. Ey Muhammed! Kullarından her kim bana ibadet etme noktasında hiç kusur bırakmayıp cismani boyutunu çürüyünceye dek ibadette geçirir ama vilayetinizi inkâr eder şekliyle bana gelirse kesinlikle onu af etmem. Onun af edilebilmesi sizin vilayetinize sığındığında ancak mümkün olabilir".[2] Bu rivayet miraci rivayetlerdendir. Yani peygamber (s.a.a.) miraca gittiğinde kendisine söylenilmiş.

b)   Başka bir rivayette Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed! Ben Ali’yi, Fatima'yı, Hasan’ı, Hüseyni ve imamları tek bir nurdan yaratım. Sonra vilayetlerini meleklere arz ettim; kabul edenler mukarrebinlerden kabul etmeyenler ise kâfilerden oluverdiler. Ya Muhammed! Vilayetinizi inkâr eden kulum gücünü yitirinceye dek bana ibadet etse bile bu haliyle bana gelirse yine onu cehenneme koyacağım".[3] Görüldüğü gibi bu rivayette, imamların tümünün aynı nurdan olduğu açık bir şekilde vurgulanmış.

İkinci nokta: ehli beytin (a.s.) tümü vilayet makamına sahiptir.[4] Şöyle ki: peygamberin (s.a.a.) halifeleri toplumsal rehberliğini ve dini hükümleri hakkında verdikleri cevapların yanı sıra kendilerini yetiştirmiş, tezkiye'i nefis yapmış masum insanlardırlar. Dolayısıyla insanlar olmak özere varlık âleminde tasarruf etme yetkisine sahiptirler. Allah’ın izni doğrultusunda ruhlara, nefislere ve kalplerde tekvini olarak tasarruf etme yetkisine sahiptirler.

Allame Tabatabai (r.a.) bu bağlamda şöyle diyor: "imamet makamı bir tür vilayettir. Batını açıdan insanların amelleri üzerinde hidayeti içeren vilayet sahibidirler. Buradaki hidayet sadece kılavuzluk ve yol göstericilik anlamında değil, bilakis insanları maksatlarına kavuşturmak anlamındadır. Kılavuzluk ve yol göstericilik anlamında olan hidayet imamlara has bir durum değildir. Zira bu anlamdaki hidayet bütün peygamberlerin, bütün resullerin, belki bütün müminlerin işidir. Kılavuzluk ve yol gösterme anlamındaki hidayet görevi nasihat ve vaiz yapma yoluyla yapılıyor ve bu yollarla insanlar Allaha davet ediliyor".[5]

Başka bir beyanla şöyle denilmesi mümkün: vilayet tekvini ve teşrii olmak üzere iki kısımdır. Teşrii vilayet, kanun ve yasa koyma yetkisine sahip olmak anlamındadır. Bu sadece Allah u Teâlâ’ya mahsustur. Peygamber (s.a.a.) bile bu yetkiye sahip değildir[6]. Peygamber (s.a.a.) sadece korkutucu, müjdeleyici ve ilahi ahkâmları tebliğ ve tebyin eden bir kimsedir.[7]

Tekvini vilayet Allah ın tekvini izniyle insan nefsinin varlık âleminin maddesinde tasarruf etme yetisi ve kudretine sahip olması anlamındadır. Başka bir beyanla tekvini vilayete sahip olan bir kimse himmetinin olduğu alanının ötesinde (yani iç dünyasının ötesinde olan dış âlemde) kendi himmetiyle bir şeyi yarata biliyor anlamındadır. Bu esasa binaen masumlar (a.s.) tarafından gösterilen mucizelerin bütünü ve evliyalar tarafından gerçekleştirilen bütün kerametler bu vilayet sayesiyle tahakkuk bulmuştur. Şöyle denilmesi mümkündür: fiilsel[8] mucize; peygamberimiz Hz. Muhammed'in (s.a.a.) eliyle ayın ikiye yarılması[9], ağacın iki parçaya ayrılması[10], Karun meselesiyle alakalı Hz. Musa’nın eliyle yerin yarılması[11], Furavun meselesinde de denizin ikiye bölünmesi[12], Hz. Salih tarafından dağın yarılması[13], Hz. Musa (a.s.) tarafından âmâya (doğuştan kör olan kimseye), çiçek hastalıklarına (derilerinde çıkan beyaz benek ve lekeler) şifa vermesi ve ölüleri diriltmesi[14], Hz. Ali’nin mucizesiyle Hayber kalesinin yerinden kazılması[15] gibi olaylar kâmil insanın, tekvini vilayet sayesiyle kâinatta yapmış olduğu tasarruftan başka bir şey değildir.

Üçüncü nokta: vilayet Allaha yaklaşmak (kurb-i ilahi) ve Allah’ta fani olmak (fenai fillah)[16] ile hâsıl oluyor. Allaha yaklaşmak Allaha itaat etmek, ilahi ahlakla ahlaklanmak ile gerçekleşiyor. Yani her ne kadar insan Allah’a dönüşmesi imkânsızdır ise, ama Allah’ın rengini alarak onun boyasıyla boyanabiliyor. İnsan zeval bulmayan ilahi kaynağa bağlandığı, ona yaklaştığı, zülmani ve nurani perdeleri yırtıp atabilmek için ilahi tevfik'e nail olarak kendi fiil, sıfat ve zatından gafil kaldığı oranda ilahi sıfat ve ilahi isimler onda tecelli buluyor.[17] Allah’ın kâinatta tasarruf emesi için kudreti sonsuzdur. İnsan da Allah’ın sonsuz kudretine bağlandığı oranda kâinatta tasarruf etme yetisinden yararlanabiliyor ve...

Nakil edilen kudsi hadislerde Allah u Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ey kulum bana itaat et, ta seni kendime benzer gibi yapayım"[18] "âdemoğlu ben zenginim, fakir olacak değilim. Bana itaat et, ta seni fakir olmayacak şekilde zenginleştireyim. Ben varım ve ölecek değilim. Sana emrettiğim şeylerde bana itaat et, ta Seni ebedi olur şeklinde var edeyim. Ben bir şeye “ol” diyorum o da olu veriyor. Bana itaat et, ta seni, bir şeye “ol” dediğinde “olu verisin” duruma getireyim".[19]

Dördüncü nokta: vilayet makamı ile nübüvvet makamı arasında birçok fark var.

Şöyle ki; "veli" Allah'ta fani olma (fena fi'l-lah) makamında ilahi hakikatlerle aşina olu verir. Sır gülzarı ve gülistanı kendisi için açıldığı durumda ondan haber veriyor. Böyle haberdar olma haletine bazen "genel nübüvvet", bazen "makamsal nübüvvet", bazen de "teşrii nübüvvet" mukabilinde "nübüvvet-i tarif" tabir edilmektedir. Nebi de "nübüvvet-i tarif" bakımından Hak Teâlâ’nın zatından, sıfatlarından ve fiillerinden haber veriyor ve "teşrii nübüvvet" bakımından da ahkâmları tebliğ ediyor, ahlakı ve hikmeti öğretiyor ve siyaseti ikame ediyor. Kuranı kerim şöyle buyuruyor: "Olgunluk çağına erişince, ona hikmet ve ilim verdik. İşte biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız".[20] Yani insan ihsan menzilesine yükselir, Musevi mektebine varıyor; yani "makamsal nübüvvete" ulaşıyor. Musevi'nin statüsü yani "teşrii nübüvvet" kendisi için hâsıl olamasa bile bu makama ulaşması insan için tahakkuk edebiliyor.[21] Buna binaen her ne kadar insanlar "nübüvvet" ve "teşrii risalet" mertebesine varamıyorlar ise de, ama ilahi ibadeti yerine getirmek ve kemal mertebelerini açarak nafilelerin belki farzların yakınlığıyla (kurbuyla) "makamsal mübüvvet" ve vilayet makamına sahip olabiliyoruz. Şair şöyle diyor:

Ruhul kudsun feyzini yardımımızdan alı koyma

Diğerleri de yapabilsinler mesihanın yaptığını

Her halükarda nübüvvet makamı ve vilayet makamı arasında var olan farklılıkları şöyle özetleyebiliriz:

1-   Vilayet, hakkaniyetin cihetine yöneliktir. Nübüvvet yaratıkların cihetine yöneliktir. Başka bir beyan la nübüvvet vilayetin zahiri yönü, vilayette nübüvvetin batını yönüdür.

2-   Nebiler vücudun ahadiyet mertebesinde fani oldukları için gayb âleminde gizli ve komun şeklinde olan hakikatler hakkında bilgi sahibidirler. Fenadan sonra baki kaldıkları (bakai ba'de ez fena), yok olmadan sonra uyandıkları (sahvi ba'de'l-mahv) itibarıyla peygamberlik ile meb'us olurlar. Haberdar oldukları hakikatlerden haber veriyorlar. Her halükarda enbiyaların kaynaklık yapan onların hakiki ve vilayet cihetidir.

3-   Âlemin velisi şeriat ve hakikattir; yani hem zahiri boyut hakkında hem batını boyut hakkında bilgi sahibidir. Ama enbiya ve resullerin havzası şeriat ve zahirdir.

4-   Veli olan kimse insanın batınına ve onun batini eylemlerine vakıftır. Bu nedenle sorgusuz ve sualsız ona itaat edilmesi gerekir.

"Kendin için seş bir piri, pirsiz bu yolculuk,

Doludur afetle, korkuyla tehlikeyle"[22]

5-   Nebi ile resul kendi ilmini melek ve vahyi getiren diğer amiller vasıtasıyla alırlar. Ama velinin ilmi, hakikati muhammediyenin hakikatinin batınından dolaysız bir şekilde ifaze ediliyor.[23]

6-   Risalet ve nübüvvet zaman ve mekânla sınırlıdır. Dolayısıyla belli bir zaman sonra sonu gelir ve kesiliyor. Ama vilayet böyle değildir. Zira veli Allah’ın isimlerindendir.[24] İlahi isimler ise daimi ve bakidirler.[25] Netice itibariyle bu isim sürekli (kendisinde zuhur edecek) bir mazhar istiyor. Dolayısıyla velayet sınırlı değil ve kesilmiyor.[26] Ve insani kâmil bu şerif olan ismin en kâmil ve en temam reel örneğidir. Aynı zamanda genel velayet sahibidir. Ama nebi ve resul Allah’ın isimlerinden değildirler. Risalet ve nübüvvet de zamansal ve mekânsal sıfatlardandırlar. Müddetleri dolduktan sonra kesilecekler.

7-   Velayet, risalet ve teşrii nübüvvet ve teşrii olmayan genel nübüvvete şamil değildir. Dolayısıyla "felek-i muhit am" tabiri kendisi için kullanılmaktadır.

8-   Nübüvveti ve risaleti ikram eden varlık zahiri isimdir. Getirdiği hükümler tecelliyle (zahir ile) alakalı (ve insanın zahirini tanzim ediyor). Ama velayeti veren varlık bâtıni isimdir. Tahliye (insanın iç dünyasını ziynetlendirmek) ile alakalıdır.

9-   Velayet nübüvvet ve risaletin batınıdır. Bu ikisine ulaşmak velayete mübtenidir.[27]

Netice:

Yukarıda yapılan açıklamalardan aşağıdaki neticelerin alınması mümkündür: ilki: resulün velayeti risaletinden ve nebinin velayeti de nübüvvetinden daha üstündür. İkinci: veli için nübüvvetin fazlı olmayabilir, ama veli velayeti itibariyle nebiden daha faziletli ve daha âlim olabiliyor. Bu nedenle Hz. Hızır Hz. Musa’ya "sen kesinlikle benimle olmakta sabır edemezsin" diyerek onu kınayabilmiş ve sonra "ben daha önce sana benimle olmakta sabır edemezsin demedim mi?" diyerek Hz. Musa’ya yaptığı kınamasını daha da sertleştiriyor. Sonuç itibariyle kendisine "işte bu benim ile senin arsındaki ayrılmadır"[28] artık bir birimizden ayrılacağımız zamanı geldi ve artık ben ile sen birlikte olamayacağız. Dakik olarak bu noktandan dolayıdır ki, Hz. Mehdi (a.f.) zuhur ettiği zaman Hz. İsa (a.s.) ona tabi olacaktır.[29] Hz. İsa (a.s.) "Ulul Azm" peygamberlerden olduğu halde Hz. Mehdiye tabi olmasının nedeni bu noktada yatmaktadır. Hulasa Hz. Hızır ve Hz. Mehdi nübüvvet fazlına ve yasama (teşri) statüsüne sahip değildirler ise de, tekvini velayet bakımından Hz. Hızır Hz. Musa’dan ve Hz. Mehdi de (a.f.) Hz. İsa’dan daha ileridir ve daha faziletlidirler. Bundan dolayıdır ki Hz. Ali (a.s.) şöyle buyuruyor: "Vahyin nurunu ve aydınlığını görüyordum. Nübüvvetin kokusunu alıyordum. Peygambere (s.a.a.) vahiy geldiğinde şeytanın iniltilerini duyuyordum… ve Peygamber (s.a.a) de Hz. Ali hakkında şöyle buyurdu: "sen benim işittiğimi işitiyorsun, benim gördüğümü görüyorsun, ancak sen nebi değilsin"[30] imam Hasan (a.s.) da, Hz. Ali’nin şehadetinden sonra şöyle buyurdu: "Allaha yemin ederim ki, bu gece aranızdan öyle bir adam gitti, ondan öncekilerden hiç kimse onun değerinde değildi nübüvvet fazlına haiz olanlar hariç. Sonrakiler de ona yetişemezler ".[31] peygamber (s.a.a.) şöyle buyuruyor: "Allah’ın bazı kulları vardır ki peygamber değildirler ama enbiyalar onların sahip oldukları makama ve onların Allah a olan yakınlıklarına imreniyor ve gıpta ediyorlar".[32] Bu son rivayette peygamber olmayan bazı insanların peygamberlerden daha üstün olduklarını beyan etmenin yanı sıra bu üstünlüğün sırına da işaret edilmektedir. Zira "onların Allaha olan yakınlıkları" şeklindeki cümlesi onların peygamberlerden daha üstün olduklarının sırrını ve hikmetini açıklamaktadır. Daha önceki konulardan yakınlık anlamında olan kemalin tekvini velayet dışında başka bir şey olamayacağını anlamıştık.

Hakeza kuranı kerim şöyle buyurmaktadır: "İnkâr edenler, “Sen peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve bir de yanında kitap bilgisi bulunanlar yeter".[33] Bu ayette iki şahitten bahis ediliyor: birisi Allah’ın kendisi diğeri yanında kitap ilmi olan kimsedir. Allah’ın şahitliği mucizelerledir. Onlardan birisi kuranı kerimdir. Ama "yanında kitap ilmi olan kimseler" kimlerdir? Onların özellikleri nelerdir ki onların verecekleri şahadet ile peygamberimizin risaletinin sadık olduğu ispatlanacaktır? Bir cümleyle söylemek gerekirse şöyle diyebiliriz; bu cümleden kast edilenler Hz. Ali ve tertemiz kılınmış imamlardırlar (a.s.) ki tekvini velayete sahiptirler.

Konunun daha fazla açıklık ve netlik kazanması için Hz. Süleyman ve Belkıs'ın tahtının getirilmesiyle alakalı kıssayı zikir ederek sözümüze devam ediyoruz: "Neml süresinin 20. ayetinden 41. ayetine kadar bu konuyla alakalıdır. Hüdhüd kuşu Sebe topraklarından bir haber getirdi ve Hz. Süleyman'a bildirdi. Haber şöyle idi: "Sebe bölgesinde bir kadın hükümdarlık yapıyor ve bütün yetkiler de kendisinin elindedir. Kadın büyük bir tahta sahiptir. Onun kavmi Allaha değil güneşe secde ediyor". Hz. Süleyman, Sebe melikesine bir mektup yazdı. Mektupta şöyle yazılmış idi: "hakka teslim olmuş haliyle bana gel"!. Sebe melekesi Hz. Süleyman’a bazı hediyeler gönderdi ve kendisi gelmedi. Hz Süleyman Onun göndermiş olduğu hediyeleri geri çevirdi ve… (Hz. Süleyman) şöyle dedi: "ey ileri gelenler! Onların bize teslim olmuş haliyle bize gelmeden önce onun tahtını kim getiri verir?". Cinlerden bir ifrit , ”Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi". Ama kitap ilmine sahip olan kimse şöyle dedi: "ben gözleri kapatıp açmadan sana getiririm". Hz. Süleyman onun tahtını yanında karar kılınmış şeklinde gördüğünde şöyle dedi: bu rabbimin bana olan faziletindendir. Kuranın 40. Ayetindeki ibareleri mealen şöyledir: "Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayıp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleyman, tahtı yanında yerleşmiş hâlde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur.

Bir gözü kapayıp açmadan Belkıs'in tahtını Yemenden Filistin'e getirebilen ve kâinatta tasarruf eden bir kimse kesinlikle tekvini velayete sahip olan bir kimsedir. Rivayetlerin değimiyle bu kişi Allah’ın ismi azam sıfatına sahiptir. Kuranın değimiyle kitap ilminin bir kısmına sahiptir. Başka bir beyanla kuranın beyanı şuna delalet etmektedir ki, bu şahıs kitap ilminden bir kısmına sahip olduğundan ötürü ve tekvini velayetin makamına haiz olduğundan dolayı kâinatta tasarruf edebilmiştir.

Bir rivayette Peygamber (s.a.a.) Ebu Said-i Hudriye şöyle buyurmuştur: "yanında kitap ilminden bir kısmı olan" dan maksat kardeşim Süleyman b. Davut'un vasisidir. (Asıf b. Barhiya Hz. Süleyman’ın (kız kardeşinden) yeğeni idi). Ama "yanında kitap ilim olan" dan maksat ise Ebu Talib’in oğlu ve kardeşim Alidir.[34] "Yanında kitap ilminden bir kısmı olan" kimse ile "yanında kitap ilmi olan" kimse arasında ne kadar fark olduğu çok açıktır. Zira ikincininki cüz'idir birincininki ise külli ve geneldir.[35]

Rivayetlerde şöyle gelmiş: "Allah’ın ismi azamı yetmiş üç harftir. Asıf b. Barhiya'nın yanında onlardan bir harf var idi. Ehli beyt imamlarının (a.s.) yanında ise yetmiş ikisi bulunuyor. Onlardan birisi de Allah-u Teâlâ’nın kendisine mahsustur".[36]   Bu nedenle imam Sadık (a.s.) Asıf b. Barhiya'ya ait olan kıssayı anlatan ayetin zeylinde şöyle buyuruyor: "Allah’a yemin ederim ki ve bizim yanımızda ise kitabın tümü vardır".[37] Yani eğer Asıfın yanında kitabın bir kısmı var idi ise biz ehli beytin (a.s.) yanında ise kitabın bütünü vardır. Yapılan açıklamalardan Allah’ın ismi azamına sahip olanlar arasında da farklılık vardır. Onlardan bazıları o ismin bir harfinden, bazıları da yetmiş iki harfinden yararlanabiliyorlar. Ama yetmiş iki harfi bilenler arasında fark var mıdır yok mudur? Konusunda ise İmam Sadık (a.s.) rad süresinin 43. Ayetin zeylinde şöyle buyurmaktadır: "bu ayet bizi kast etmiştir ki, ilkimiz Alidir, en faziletlimiz Alidir, en hayırlımız Alidir" (a.s.).[38]

Bu konunu bütün ayrıntılarıyla aydınlanması için "nigeriş-i irfani, felsefi ve kelami bı şahsiyet ve kıyam imam Hüseyin (a.s.)" kitabına müracaat ediniz.[39]

 

 

---------------
[1]  Sıkatu'l-İslam KULEYNİ, "el-Kâfi", Tahran: Daru'l-Kutubi'l-İslamiye, c. 1, s. 402.

[2] MECLİSİ, "Biharu'l-Envar" Muhammed Bakır, c. 36, s. 216.

[3] A.g.e., s 223-281.

[4] Hz. Ali (a.s) bu bağlamda şöyle buyuruyor: "velayetin nitelikleri ali Muhammed'e (s.a.a.) aittir". (Nehcu'l-Belağa, hutbe: 2).

[5]  TABATABAİ, Muhammed Hüseyin, "el-mizan", c. 1, s. 275 - 276.

[6] Elbette Allah u Teâlâ bazı alanlarda Hz. Peygamberin (s.a.a.) kendisine teşri ve yasama yetkisini verdiği söylenilmektedir. Hz peygamber kendisine yetkinin verildiği alanlarda yasa ve kanun koyduğu da söylenmektedir. Örneğin; öğle ve ikindi namazların farzlarındaki üçüncü ve dördüncü rekât Allah’ın izniyle Peygamber (s.a.a.) tarafından teşri edilmiştir. Bu söz doğru olursa da, bu sadece peygambere has bir durumdur. İmamlar hakkında bile, böyle bir durum söz konusu değildir.

[7] Bu bağlamda bkz.; Casiye 19; Şura 13, 22; Rad 8; İsra 106; hakeza İbn-i Arabi, Muhyiddin, "el-Futuhahat", (c. 4), c. C. 3, s. 69.

[8] Sözsel mucize şundan ibarettir: Allah’ın, Peygamberin (s.a.a.) ve İmamların (a.s.), diğer varlıkların akıllarını bir taraftan sevindirir ve diğer taraftan hayrette bıraktırır şeklinde yaptıkları açıklamalar, beyanatlar ve sözlerdir. Fiilsel ile sözsel mucizenin arasında var olan farkı bağlamında şunu diyebiliriz: fiilsel mucize sınırlı ve bir zamana ve bir mekâna hastır. Genellikle avam tabakası içindir. Zira avam hissilerle haşir ve neşir olmaktadır. Ama sözsel mucize ise her hangi bir zamana has değildir. Bütün zamanları kapsıyor. Aynı zamanda elit ve has kesim içindir.

[9] Ayın ikiye yarılması peygamberin (s.a.a.) mucizelerinden bir değeridir.

[10] Hz ali ağacın iki parçaya ayrılmasını "Kasiye hutbesiyle" bilinen hutbede açıklıyor.

[11] Kasas 76-81.

[12] Bakara 50.

[13] Şems 11-15.

[14] Ali İmran 49.

[15] Hz Ali Osman b. Hanife yazmış olduğu mektupta bu hakikate işaretle şöyle buyuruyor: "Allaha yemin ederim Hayber kalesini yerinden kazarak kırk zira geriye atmam yenen gıdadan ve cisimsel yetiyle değildi, bilakis melekuti bir güçle bana yardım edildi ve nurani ve aydın bir nefisle desteklendim". (bkz. TABARİ, Umaduddin "Beşaretu'l-Mustafa" s. 19; şeyh-i Saduk, "el-amali", 77. Meclis, s. 513).

Bu bağlamda cami şöyle diyor:

"İdi kendi yiğitlik nihayetinde.

Yoksundu kendi kudretinden kendi kuvvetinden.

Cari oldu ondan Hakkın kudreti ve fiili.

Kazdı kendisiz Hayber’in kapısını.

Bırakın bir yana Hayber kalesinin kapısını

Gökyüzü bile kendisinin karşısında zelil geldi".

Yani hz Alinin Sahip olduğu yiğitlik neticesinde kendine ait olan güçten ve kudretten ari olduğu için Allah’ın kudretinin mecrası oluverdi. Hayber kalesinin kapısını, kendisine olan teveccühün yok olmasıyla yerinden kazdı. Bırakın Hayber kalesinin kapısının kazması bir kenara gökyüzü bile onun karşısında zelil ve hiç duruma gelmişti. (açıklama mütercime aittir).

[16] Birkaç çeşit fena söz konusudur: birincisi: fiilsel olan zahiri fena; ikincisi; sıfatsal olan batini fena; üçüncüsü: zatsal fenadır. (bkz. DANIŞGER, Ahmet, "Divani Hafız ba Şerh-i İrfani", s. 144-145; İbn-i Sina, ebu Ali, Hüseyin b. Abdullah," el-İşarat ve et-Tenbihat", şarih: Hace Nesiruddin Tusi, c. 3, Makamatu'l-Arifin, s. 390; imam Humeyni, "çıhıl hadis", 382.

[17] İmam Mücteba (a.s.) şöyle buyuruyor: "Her kim Allaha kulluk ederse her şey ona kulluk eder". Yani kim gerçek anlamıyla Allaha kulluk ederse Allah u Teâlâ tüm varlıkları onun komutasına veriyor ve ona kulluk yapar duruma getiriyor. (İmam Hasan Askeri'ye (a.s.) nisbetlendirilen tefsir", c. 1, s. 327; MECLİSİ, Muhammed Bakır, "biharu'l-envar", c. 68, s. 184).

[18] "Kulum bana itaat et ki, seni kendim gibi yapayım", MELİKİ TEBRİZİ, Mirza Cevad ağa, "Esraru's-Selat", c. 1, s. 4, (mukadime); HUİY, Molla Mustafa, "şerh-i duayı sabah", c. 1 s. 11, Mukadimei Musahih; bu rivayet şöyle de nakil edilmiştir. "ey kulum! Sev beni seni kendime benzer gibi yapayım", AMULİ, seyit Haydar, "Camiul-Esrar ve Menbeu'l-Envar", s. 363.

[19]  MECLİSİ, Muhammed Bakır, "Biharu'l-Envar" c. 90, s. 379; DEYLEMİ, Hasan b. El-Hasan, "irşadu'l-kulub ila's-sevab" c. 1 s. 75; İbn-i FAHD-İ HİLLİ, Cemaluddin Ahmet b. Muhammed, "İddetu'd-Daii", s. 310.

[20]  Yusuf 2.

[21]  Bkz. HASAN ZADE AMULİ, Hasan, "mumedu'l-humam", s. 657.

[22] MEVLEVİ, "Mesnevi", defteri evel, s. 132. Bkz.

[23] Bkz. YESRİBİ, Yahya, "Felsefeyi İrfan", s. 181.

[24] "O, dost olandır, övülmeye lâyık olandır" Şura 28.

[25]  " Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin”. Yusuf 101.

[26] "Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katında olan ise kalıcıdır" Nahl 96.

[27] HASAN ZADE AMULİ, Hasan, "insani kâmil ez didgah nehcül-belağa", s. 84-86.

[28]  Kehf 64-78.

[29] MECLİSİ, Muhammed Bakır, "Biharu'l-Envar" c. 9, s. 195; MEKERİM ŞİRAZİ, Nasır, "Tefsir-i Numune", c. 4, s. 205; KAŞANİ, Seyit Ali, "el-Mehazin", c. 1 s. 286.

[30] Nehcül-belaga, hutbe: 192.

[31] MESUDİ, "Murucu-Zeheb", c. 2, s. 414.

[32] İBN-İ HANBEL, Ahmet, "Müsnedi Ahmet", c. 5, s. 343. MEDENİYİ KEBİR, seyit Ali han, "Rıyadu's-Salihin" c. 6, s. 393; SEBZEVARİ, Molla Hadi, "Şerhu'l-Esmai'l-Husna", s. 552; İBN-İ ARABİ, Muhyiddin, "el-Futuhat" (14-c.), c. 13, s. 137.

[33]  Rad 43.

[34] Bu rivayeti ehlisünnetin âlimlerinden ve müfessirlerinden bir grup ayni ibare veya benzer ibarelerle nakil etmiş. Daha fazla bilgi edinmek için bkz. ŞUŞTERİ, Kazi Nurullah, "İhkakul-Hak", c. 3, s. 280 - 281.

[35] Mekarim Şirazi, Nasır, "Tefsiri Numune" c. 15, s. 473; MUSEVİ HEMEDANİ, Seyyit Muhammed Bakır, "Tercüme-i el-Mizan", c. 11, s. 532.

[36] Kuleyni, Muhammed b. Yakub, "el-Kâfi", c. 1, s. 230.

[37] A.g.e, c. 1, s. 229.

[38]  Meclisi, Muhammed Bakır, "Biharu'l-Envar" c. 1, s. 229.

[39] "Nigeriş-i İrfani, Felsefi ve Kelami bı Şahsiyet ve Kıyam-ı İmam Hüseyin (a.s.)" kitabı, Kasım TURCAN tarafından kaleme alınmış, İntişarat-ı Çehel Çırah tarafından yayımlanmıştır.




Bu haber 2109 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER SORU-CEVAP Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI