Bugun...


İlâhiyat ve Tabiat Ötesi - 1
Tarih: 21-08-2023 12:25:47 Güncelleme: 21-08-2023 12:25:47 + -


Nehcü’l-Belâğa'nın temel konularından biri “ilâhiyat ve tabiat ötesiyle” ilgilidir.

facebook-paylas
Tarih: 21-08-2023 12:25

İlâhiyat ve Tabiat Ötesi - 1

Bismillahirrahmanirrahim

Tevhit ve Marifet

Nehcü’l-Belâğa'nın Hutbeler, mektuplar ve veciz sözlerin tamamında yaklaşık kırk defa bu “ilâhiyat ve tabiat ötesiyle” ilgili konulara değinilmiştir. Bunlardan bazıları kısa sözlerdir; ama genellikle birkaç satır ve bazen de birkaç sayfadır.

Nehcü’l-Belâğa'nın tevhit konularının, bu kitabın en ilginç ve hayrete düşürücü konuları olduğunu söyleyebiliriz. Mübalağasız bu konular, söylendiği dönemin şartları dikkate alınırsa, icaz haddindedir.

Nehcü’l-Belâğa'nın tevhitle ilgili konuları oldukça çeşitli ve zengindir. Bir kısmı yaratılmışlar, yaratılış eserleri ve ilâhî hikmetten bahseder. Bu bölümde bazen gökyüzü ve yeryüzünün genel düzeni söz konusu edilir, bazen "yarasa, tavus veya karınca" gibi belli bir varlığı inceleyip bu varlıkların yaratılışlarındaki eserlere, yani bu mahlûkların yaratılışında gözlenen tedbir ve hedeflere dikkat çekilmektedir. Buna örnek olarak Hz. Ali'nin (a.s) "karınca" ile ilgili açıklamasını gösterebiliriz. İmam Ali (a.s) Nehcü’l-Belâğa'nın 177. hutbesinde şöyle buyuruyor:

"Allah'ın yaratmış olduğu şu küçük yaratıklara bakmıyorlar mı! Allah, oluşumunu ve yaratılışını nasıl sapasağlam yapmış ve o küçücük varlığa göz ve kulağı nasıl açmış, onu kemik ve et olarak nasıl şekillendirmiş! Şu karıncaya bir bakın, küçücük cüssesine, yaratılışının inceliklerine! ... Neredeyse gözler onu göremiyor, zihinler onu kavrayamıyor. Yeryüzünde nasıl da hareket ediyor, rızkı için yeryüzünde koşturuyor, taneyi deliğine taşıyor, geleceğine hazırlık yapıyor, sıcak günlerinde soğuk günleri için yiyecek topluyor. Kış ikâmeti döneminde dışarı çıkacağı zamanı tahmin ediyor. İşte böylesine rızkları garanti altına alınmış, kendisine gereken uygun rızklarla rızıklandırılmıştır. Bol bol veren Allah, onları ihmal etmez; mutlak kudret sahibi, onları mahrum bırakmaz; dazlak kaygan bir kayanın tepesinde veya donmuş taşların altında bile olsalar. Onların bütün yiyecek yollarını, yiyeceğin giriş ve çıkışını, karnının kaburgalardan oluşmuş yapısını, göz ve kulaklardan oluşmuş kafasını bir düşünecek olursan, yaratılışına hayran kalırsın."

Fakat Nehcü’l-Belâğa'nın tevhitle ilgili konularının çoğu, aklî ve felsefî açıklamalarla doludur. Bu konularda Nehcü’l-Belâğa'nın fevkalade yüceliği göze çarpmaktadır. Nehcü’l-Belâğa'nın akla dayalı tevhidî bahislerinde bütün konuların, istidlallerin ve istintaçların temeli ve dayanağı, Hakkın sınırsızlığı, mutlakiyeti, zatî ve kayyumî ihatadır.

Hz. Ali (a.s) bu alanda söze hakkını gerektiği gibi vermiş; ne ondan önce ve ne ondan sonra hiç kimse ona ulaşamamıştır.

Tevhidî konulardaki ayrı bir husus "mutlak besatet", her türlü kesret ve tecziyeden münezzeh oluş, Allah'ın sıfatlarının zatıyla herhangi bir farklılık ve ayrılık arz etmediğinin vurgulanmasıdır. Nehcü’l-Belâğa'da bu konulara defalarca değinilmiştir.

Allah Teâlâ’nın evvel oluşuyla birlikte ahir oluşu, zahir oluşuyla birlikte batın oluşu, zaman ve sayıdan önceliği, kadimliğinin zamanî kadimlik ve vahdetinin sayısal vahdet olmayışı, Allah Teâlâ’nın yüceliği, saltanatı ve zatî zenginliği, hiçbir şeyi örnek almadan yaratması, hiçbir şe'ni ve sıfatının öteki şe'n ve sıfatlarının yerini işgal etmeyeceği, O'nun kelâmının eylemiyle aynı oluşu, O'nu idrak etme konusunda akılların gücünün sınırı, yüce Allah'ı tanımayı, zihinlerin bir mana ve mefhuma ihatası türünden değil de O'nun akıllara tecellisi türünden oluşu, O'ndan cismiyet, hareket, sükûnet, değişim, mekân, zaman, benzerlik, zıt, ortak, araçları istihdam etme, sınırlılık ve sayımlılığı O'ndan nefyetme gibi birtakım derin ve ilk defa o hazret tarafından dile getirilen konulardır.

İnsanı hayrete düşüren “Nehcü’l-Belâğa” kitabında söz konusu edilen bu konular, eski ve yeni filozofların inanç ve düşüncelerine vakıf her düşünür ve filozofu hayretlere düşürmektedir.

Nehcü’l-Belâğa'da bu bağlamda geçen konuların her biri öyle bir iki makaleyle açıklanacak cinsten olmayıp, genişçe bir kitap yazmayı gerektiren hususlardır. Nehc'ül-Belâğa'nın bu bölümüne kısa bir göz atmak için de olsa, birkaç noktaya değinmeyi gerekli görüyoruz:

Acı İtiraf

Şunu itiraf etmeliyiz ki, biz izleyicisi olmakla övündüğümüz kimse hakkında başkalarından daha çok haksızlık etmiş veya en azından kusur etmişizdir. Aslında bizim kusurlarımız da haksızlıktır. Biz, Hz. Ali'yi (a.s) tanıyamamış veya tanımak istememişizdir. Bizim çabamız, Hz. Ali'nin (a.s) kendi kişiliği etrafında yoğunlaşmaktan daha ziyade, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Hz. Ali (a.s) hakkındaki nasları ve bu nasları görmezlikten gelen kimseleri tel'in etmekle sınırlı kalmıştır. Oysa ilâhî attarın tanıttığı bu miskin kendisinin gönülleri okşayan bir kokusu var ve insanları bu kokuyla tanıştırma her şeyden daha gereklidir. Yani tanımak ve tanıtmak gerekir. İlâhî attarın tanıtmaktan hedefi, attarın sözüyle yetinip tüm vakitlerini onu tanımak yerine tanıtmakla geçirmekleri değil, insanların onun güzel kokusunu tanımalarıdır.

Eğer Nehcü’l-Belâğa başkalarından gelseydi, ona karşı yine böyle mi davranılırdı? İran, Hz. Ali (a.s) Şiîlerinin merkezidir; İran halkının dili ise, Farsça'dır. Neler yaptığımız hakkında yargıda bulunmak için önce Nehcü’l-Belâğa'nın Farsça tercüme ve şerhlerine göz atın.

Genel olarak Şia'nın rivayetleri, hadisleri ve duaları, ilâhî marifet ve başka içerikleri bakımından Şiî olmayan Müslümanların rivayet, hadis ve dualarıyla mukayese edilemeyecek bir niteliktedir. “Usûl-u Kâfi”, “Tevhid-i Saduk” veya “İhticac-ı Tabersi” kitaplarında söz konusu edilen tevhidî konular, Şiî olmayanların kitaplarının hiçbirinde yoktur. Şiî olmayanların kitaplarında bu alanda söz konusu edilenlerin, uydurma olduğu kesin bir dille söylenebilir. Çünkü bunların hepsi Kur’an-ı Kerim'in nas ve usullerine aykırı olup cisimlendirme ve teşbih kokusu vermektedir. Son dönemlerde Haşim Maruf Hasanî, yazmış olduğu "Dirasat'un fi'l-Kâfi li'l-Kuleyni ve's-Sahih li'l-Buharî" adlı kitapta ilk olarak güzel bir çalışmayla “Usûl-u Kâfi” ile “Sahih-i Buharî'nin” ilâhiyatla ilgili rivayetleri arasında kısa bir mukayese yapmıştır.

Şiî Düşünce

Ehlibeyt İmamlarının (a.s) ilâhiyat bahislerini gündeme getirecek bu konuları enine boyuna tahlil etmeleri, Şiî düşüncesinin öteden beri felsefî düşünce hâline gelmesine sebep olmuştur. Nehcü’l-Belâğa bunun ilk ve en açık örneğidir. Bu, İslâm tarihinde yeni bir şey olmayıp, bizzat Kur’an-ı Kerim'in insanlara sunduğu bir yöntemdir. Ehli-beyt İmamları (a.s)  Kur’an-ı Kerim'in talimatlarına uyarak, “Kur’an’ın Tefsiri” unvanıyla bu gerçekleri açıklamışlardır. Bu alanda kınanması gereken birileri varsa, o da bu yoldan gitmeyen ve vesileyi kaybeden başkalarıdır.

Tarih, Asr-ı Saadetten beri Şia'nın bu meselelere diğerlerinden daha fazla yöneldiğini göstermektedir. Ehlisünnet arasında inanç dalında Şia'ya diğerlerinden daha yakın olan Mütezile fırkası da buna yönelmiş, fakat bildiğiniz gibi cemaatin sosyal mizacı bunu kabul etmemiş ve takriben hicrî üçüncü asırdan itibaren yok olup gitmişlerdir.

Mısırlı Ahmet Emin "Zahru’l İslâm" adlı kitabının birinci cildinde bunu doğrulamıştır. O, Şiî olan Fatimîler tarafından Mısır'da başlatılan felsefî-fikrî akımını inceledikten sonra şöyle der: "Felsefe, Şia'ya Ehlisünnet'ten daha çok intisap eder. Bunun en bariz örneğini Mısır'daki Fatimîler'de ve İran'daki Buyeoğulları döneminde görmekteyiz. Hatta son asırlarda Şiî İran, felsefeye diğer Müslüman ülkelerden daha fazla önem vermiştir. Şiî eğilimleri olan ve İran'da felsefe tahsili gören Seyyid Cemaleddin Afganî, Mısır'a gelir gelmez orada hemen bir felsefe hareketi başlattı."

Ancak Ahmet Emin, Şia'nın neden başkalarından daha fazla felsefeye önem verdiği konusundaki görüşünde kasıtlı veya kasıtsız olarak yanılmıştır. O diyor ki: "Şia'nın akli ve felsefî konulara başkalarından daha çok eğilim göstermesinin nedeni, batınîlik ve tevile eğilimlerinden kaynaklanmaktadır. Onlar, batınî düşüncelerini tevil etmek için felsefeden yardım almak zorunda kalmışlardır. İşte bu nedenle Mısır'daki Fatimîler, İran'daki Buyeliler, Kacarlılar ve Safevîler, felsefeye diğer Müslüman bölgelerden daha fazla eğilim göstermiştir."

Ahmet Emin'in bu sözü tamamen temelsiz ve boş bir sözdür. Bu eğilimi Şia İmamları (a.s)  oluşturmuşlardır. İstidlallerinde, hitabelerinde, hadislerinde, rivayetlerinde ve dualarında felsefenin en yüce ve en ince meselelerini söz konusu eden onlardır. Nehcü’l-Belâğa bunlara sadece bir örnektir. Hatta nebevî hadisler açısından da Şia rivayetlerinde Hz. Resulullah'tan (s.a.a) diğerlerinde bulunmayan yüce ve derin anlamlı rivayetlere rastlamaktayız. Şia düşüncesi felsefeye has değildir; kelâm, fıkıh, usul-u fıkıhta da özel bir seçkinliği vardır ve bunların hepsinin kaynağı da bir şeydir.

Bazıları ise bu farklılığı "Şia milleti"ne ait bilip, şöyle demişlerdir: "Şiîler İranlı ve İranlılar da Şiî oldukları için ve İran halkı düşünür ve ince düşünceli olduğu için, güçlü düşünceleriyle Şia öğretilerini yükseltmiş ve ona İslâm rengi vermişlerdir."

Bertrand Russel "Batı Felsefe Tarihi" adlı kitabının ikinci cildinde buna dayanarak görüş belirtmektedir. Russel düşünce yapısı ve alışkanlığı gereği bu konuyu da terbiyesizce işlemektedir. Elbette o, bu iddiasında mazurdur; çünkü o İslâm felsefesine temelden yabancıdır ve bu alanda en küçük bir bilgisi yoktur. Böyle birinin İslâm felsefesinin kaynağını teşhis edemeyeceği de açıktır.

Biz bu düşüncenin taraftarlarına diyoruz ki: Birincisi, İranlıların hepsi Şiî olmadıkları gibi, Şiîlerin hepsi de İranlı değillerdi ve hâlâ da böyledir. Acaba Muhammed b. Yakup Kuleynî, Muhammed b. Ali b. Hüseyin b. Babeveyh-i Kummî ve Muhammed b. Ebu Talip Mazenderanî İranlı mıydılar? Muhammed b. İsmail-i Buhari, Ebu Davud Secistani, Müslim b. Haccac-i Nişaburi, İranlı değiller miydi? Acaba Nehcü’l-Belâğa'yı toplayan Seyyid Razî İranlı mıydı? Acaba Mısır Fatimîleri İranlı mıydılar?...

Niçin Mısır'da Fatimîlerin nüfuzuyla felsefî düşünce ihya olurken, Fatimîler'in düşüşüyle felsefî düşünce de ölüyor ve daha sonra İranlı Şia bir seyyid tarafından tekrar ihya oluyor?!

Gerçek şudur: Bu düşünce tarzı ve bu çeşit eğilimin kaynağı, sadece ve sadece Ehlibeyt İmamlarıdır (a.s). Bütün Ehlisünnet araştırmacıları Hz. Ali'nin (a.s) ashabın filozofu olduğunu, onun düşüncesinin diğerlerinin düşüncesiyle mukayese edildiğinde bambaşka bir şey olduğunu itiraf ederler. İbn-i Sina'dan şöyle nakledilir: "Ali (a.s) Muhammed'in (s.a.a) ashabı arasında, mahsus arasındaki makul gibidir." Yani Ali (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) ashabı arasında duyumsanan cüz'îler arasında bir küllî veya maddî cisimlere oranla otoriter akıl mesabesindedir.

Açıktır ki böyle bir İmam’ın (a.s) izleyicilerinin düşünce tarzı diğerleriyle mukayese edildiğinde çok farklı bir görünüm sergileyecektir.

Ahmet Emin ile diğer bazıları başka bir hataya düşmüşlerdir. Onlar bu gibi sözlerin Hz. Ali'ye (a.s) isnat edilmesinden şüphe ederek diyorlar ki, Araplar Yunan felsefesinden önce bu gibi bahisler, tahliller ve dakik incelemelerle tanışmıyorlardı. Bu sözleri daha sonraları Yunan felsefesiyle tanışanlar söylemiş ve İmam Ali'ye (a.s) isnat etmişlerdir!

Biz de Arapların bu sözlerle tanışmadığını söylüyoruz. Sadece Araplar değil, Arap olmayanlar da tanışmıyorlardı; Yunan ve Yunan felsefesine de yabancıydı bunlar. Ahmet Emin, İmam Ali'yi (a.s) de düşünce bakımından Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibi Arapların seviyesine düşürüyor ve İmam Ali'yi (a.s) onlarla bir seviyede sayıp, kendine göre sonuç alıyor!

Cahiliye Arapları, Kur’an’ın getirdiği mana ve mefhumlarla tanışıyorlar mıydı?! Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber’in (s.a.a) özel olarak yetiştirdiği öğrencisi değil miydi? Hz. Resulullah (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) “Ashabın en bilgilisi” diye tanıtmamış mıydı?! Normal bir seviyede olan bazı sahabilerin mevkisini korumak için irfan ve diğer faziletler bakımından zirvede yer alan diğer bazılarının makam ve mevkisini inkar etmeye bizi mecbur eden nedir?!

Ahmet Emin diyor ki: "Araplar, Yunan felsefesinden önce Nehcü’l-Belâğa'daki bu mana ve mefhumlarla tanışmıyorlardı."

Buna şöyle cevap verilebilir: Araplar Nehcü’l-Belâğa’daki mana ve mefhumlarla hatta Yunan felsefesiyle tanıştıktan sonra bile tanışmamışlardır! Sadece Araplar değil, Arap olmayan diğer Müslümanlar da tanışmamışlardı! Çünkü onlar, Yunan felsefesi bile bilmiyordu. Onlar İslâm felsefesine özgüdürler; yani İslâm'a hastır ve İslâm filozofları tedricen İslâm kaynaklarından yararlanarak onları kendi felsefelerine sokmuşlardır.

 

Ayetullah Murtaza MUTAHHARİ




Bu haber 467 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER NURANİ SÖZLER Haberleri

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
YUKARI