Allah’ın adıyla
Ayrılığın ateşine
Yanan bilir yanan bilir
Bu ağunun bir eşine
Banan bilir banan bilir
Kalbi dilim dilim yaran
Bir alev ki gönlü saran
O yârin adını her an
Anan bilir anan bilir
Ayrılığın mihnetini
Yakup’un o hasretini
Yusuf’unun gurbetini
Ken’an bilir, Ken’an bilir
Gurbet nedir, acı nedir
Hasretin ilacı nedir
Bağrı delen sancı nedir
Kanan bilir kanan bilir
Bak bu feleğin işine
Yokuşuna inişine
Bu bineğin serkeşine
Binen bilir binen bilir
Ayrılık insanlığın derdi… Öyle bir dert ki, üstüne şiirler yazılmış, ağıtlar yakılmış… Kimi zaman ölümle eş tutulmuş, kimi zaman ölümden de beter görülmüş…
Hasret ise ayrılığın doğal sonucu…
Hasret, içinde mutlaka hüzün de barındıran bir kelime. Karşılığı, panzehri ise vuslat; hasretin sevince dönüşü, ayrılığın sona erişi…
Ama bir de vuslatsız ayrılık, vuslatsız hasret var…
Sürekli bir yangındır vuslatsız hasret, bağrı alev alev yakar, kavurur… Yüreği mengene gibi sıkan dinmez bir acıdır bu…
Kimi âşık olur, yârinin ayrılığı ile dağlanır yüreği, kimi zaman evlat hasreti çeken bir anadır kurban, kimi kardeş, kimi de vatanından ayrı düşmüş bir garip… Ama yangın aynı yangın, acı aynı acıdır…
Hani demiştik ya, kimi zaman ölümle eş tutulmuş diye, işte ayrılığı ölümle eş tutanlardan birisi de Karacaoğlan’dır ki o ölümsüz şiirinde şöyle anlatır ayrılığı:
Karacoğlan der ki kondum göçülmez
Acıdır ecel şerbeti içilmez
Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm
Yine, kimileri de ayrılığı ölümden bile beter görür demiştik. Onlardan birisi de Orhan Veli Kanık… Kitabe-i Seng-i Mezar şiirinde şöyle diyor:
Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rûzigâr ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısıyla:
"Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı."
Herhalde Orhan Veli de bu son beyti halk türkülerinden almıştır. Çünkü türküler, avaza dönüşüp âleme salınan yürek yangınlarıdır:
“Şu dağlar olmasaydı
Çiçeği solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri
Ayrılık olmasaydı”
Olmasaydı demekle olmuyor ki, ölüm de, ayrılık da insan hayatının bir parçası. Bu fani dünyada ikisinden de kaçış yok, ama ebedi dünyada daimi vuslat isteniyorsa, işte onun çaresi var…
Ayrılık ve hasret, halk edebiyatında öyle güçlü bir yankı bulmuş ki, Mecnun ile Leyla’lar, Kerem ile Aslı’lar, Ferhat ile Şirin’ler, Emrah ile Selvi’ler yaratmış, yürek yangınları bu ayrılık ateşine duçar olmuş, âşıkların dilinden feryada dönüşmüş…
Ama halk muhayyilesi, bu ayrılığı vuslata dönüştürmeyi de bilmiş, fani dünyanın geçici aşkını, ebedi olana, Hak aşkına dönüştürmüş ve adlarına da “Hak Âşıkları” demiştir…
Bu ayrılığın soldurduğu çiçekler, fani dünyada birbirlerine kavuşamamışlar, vuslatı tadamamışlar, ama gerçek vuslatta birleşmiş, gerçek aşkı kuşanmışlardır…
Mesela “Leyla, Leyla” diye sayıklayan Mecnun, sonunda “Mevla, Mevla” der olmuş…
Bir de vatandan ayrılık var. Doğup büyüdüğün, acılarıyla, sevinçleriyle bütünleştiğin topraklardan ayrılık… Bu ayrılık ile de büyük acılar yaşanmış ve hala da yaşanmaktadır…
Ve biz de, Iğdır’da, bu acıyı iliklerine kadar yaşamış bir neslin çocuklarıyız. Ermeni mezaliminin bir sonucu olan ve yöre halkının “gaçagaç” dedikleri o göç günleri, Aras nehrine verilen kurbanlar, Aras’ın bu yakası ile karşı yakası arasında yaşanan ayrılıklar, anneden, babadan, evlattan, kardeşten, akrabalardan kopup savrulmalar, bir yanda cinayetler, bir yanda bitmez, tükenmez göç yolları, Aras’ın kanlı suları, bir yanda yüreklerin bırakıldığı doğup büyütülen yerler… Ve bunca acı, türkü olup, mani olup, şiir olup da salınmaz mı âleme? Göç türkülerine bu coğrafya hiç yabancı değil. Batı Asya denilen(Ortadoğu) bu topraklar, hala göç türküleriyle, ayrılık ağıtlarıyla yankılanıyor…
Ve savaşlarda, sınır boylarında vatan toprağını korumak üzere huduttan hududa atılan gencecik fidanların ayrılık acıları… Kimi yavuklusundan, kimi daha yeni evlendiği eşinden, kimi yeni doğan ve ya daha doğmamış çocuğundan, kimi ana, baba, kardeşlerinden, dostlarından ayrılmış, “vatan” diye cepheden cepheye koşmuşlar… Edebiyatımız bu ayrılıklara da bigâne kalmamış elbet… Ama herhalde bu ayrılığı en güzel resmeden edebi eserlerden birisi de Han Duvarları şiiridir. Faruk Nafiz Çamlıbel’in bu ölümsüz şiirinde bakın nasıl resmedilmiş bu ayrılık acısı:
On yıI var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atıImışım ben
…
Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibaIi
Yolcuyum bir kuru yaprak misaIi
Rüzgârın önüne katıImışım ben
…
Garibim namıma Kerem diyorlar
AsIı’mı el aImış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorIar
MaraşIı ŞeyhoğIu SatıImış’ım ben
Bu can pazarlarını aşk pazarına, ayrılıkları vuslata dönüştürenler de var elbette. Bunların en bariz örneği ise Kerbela kahramanlarıdır… İnandıkları davanın bekası için, ölüme gülerek koşan, ölümü öldüren gönül erleridir onlar… Onlar ayrılıkta vuslatı bulanlardır… Onlar ayrılığı, gönüllere yerleştirerek, tüm zamanlarda var olarak vuslata dönüştürmüşlerdir. Ve onların ayrılıkları “Aşk Mektebi” olmuş, gönülleri cezbetmiş, gönülden gönüle, dilden dile yürür olmuşlardır… Bu yiğitleri de Mevlana’nın şu satırları ile hatırlayalım:
Neredesiniz ey Allah yolunun şehitleri
Kerbela çölünün bela arayanları
Neredesiniz ey ruhları bütün yüklerden arınmış âşıklar
Havadaki kuşlardan daha yukarıda uçanlar
Neredesiniz ey gökyüzünün şahları, padişahları
Gökyüzünün kapılarını açmayı başaranlar
Neredesiniz ey candan da mekândan da kurtulanlar
Akla “neredesin” diye soracak biri olabilir mi?
Dedik ya, ayrılık çeşitli nedenlerle olabilir, ama acı aynı acıdır. Dünyada insanların çoğunun mazlum ve garip hali, zulmün yakıp kavurduğu, dağdan dağa, çölden çöle savurduğu, ölümü, gurbeti, mazlumiyeti iliklerine kadar hissettirdiği acımasız düzenlerin mağdurları da adil bir hayat özlemi ile, bu hayat için kendilerine öncülük edecek birini bekliyor… Edebiyatımızda bu hasreti de dile getiren birçok şiir ve yazı mevcuttur. “Mehdi” diye adlandırılan ve adil bir düzen için beklenen o “sevgili” için de avaza dönüşen feryatlar vardır:
Gönüller bekliyor o yüce şahı
Zalime müntakim o can gelecek
Gökleri deliyor mazlumun ahı
Zulmün düzenini bozan gelecek
Her tarafta zulüm, gözyaşı, kan var
Nefesleri kesen kara duman var
Her yanda Firavun, ya da Hâmân var
Musa'nın varisi canan gelecek
Onu çağırıyor her an dilimiz
"Beklerken direniş" budur halimiz
Sabır, savaş, zafer işte yolumuz
Mazlumun hakkını alan gelecek
Ayrılıkların vuslata dönüşmesi ümidiyle…
gaziantep escort,gaziantep rus escort,gaziantep escort,seks hikayeleri