Bugun...



İslam’da Toplum ve Toplumsal İlişkiler - 1

Hilkat (yaratma) ve icat mekanizması, önce bazı eserleri ve özellikleri olan birtakım temel elementler var eder. Sonra aralarındaki ayrılıklara rağmen onları birbirleri ile uyuşturup birleştirir.

facebook-paylas
Güncelleme: 01-06-2022 11:21:22 Tarih: 09-06-2021 11:03

İslam’da Toplum ve Toplumsal İlişkiler - 1

Bu sentez sonucunda temel elementlerdeki görünen faydalara ek olarak, bu unsurlar yeni faydalar (kabiliyetler) kazanır. Meselâ, insanın birçok maddî ve manevî kabiliyetleri olan unsurları, vücut bölümleri, organları ve güçleri vardır.

Bunlar kimi zaman uyumlu bir şekilde birleşirlerse, güçlenir ve büyüklük kazanırlar. Şöyle ki, birleşerek daha güçlü ve yeni bir kabiliyet odağının oluşmasına sebep teşkil ederler. Söz konusu parçaların ağırlığı ile bu parçaların oluşturduğu bütünün ağırlığı, vücut dengesini sağlama, bir taraftan başka bir tarafa dönme ve benzeri kabiliyetler gibi.

Dolayısıyla unsurların her birinin tek başına ağırlığıyla bütünün ağılığı, elementlerden birinin kapladığı yerle bütünün kapladığı yer veya bunların gelişme ve kemâle erme için taşıdıkları kabiliyetler, istidatlar tamamen birbirinden farklıdır.

Kimi zaman da uyumlu olarak bir araya gelmezler; uyuşmazlık ve farklılık durumunda kalırlar. İşitme, görme, tatma, irade ve hareket gibi.

Yalnız bunların hepsi sentez birliği açısından bir tek yaratığın, yani insanın kontrolü altındadırlar. O zaman insan vücudunu oluşturan elementlerin her birinde ayrı ayrı bulunmayan faydalar (kabiliyetler) elde edilir. Yani bu unsurlar (elementler), ayrı hâldeyken sahip olmadıkları birçok yeni kabiliyetlere sahip olurlar.

Bu faydalar aksiyon, reaksiyon türünden faydalar ile manevî ve maddî faydalar gibi sayıca pek çoktur. Bu faydalardan biri vücut azalarının bu uyumu sayesinde tek bir faydadan, şaşılacak kadar çok faydanın meydana gelmesidir. Meselâ, insanın ana maddesi olan ve onu oluşturan meni; gelişimi kemale erince, kendinden bir bölümünü dışarı salmaya (üretmeye) ve onu başka bir eksiksiz insan olarak yetiştirmeye kadir olur. Bu yeni yetişen insan, aslının ve üreme kaynağının yaptığı maddî ve manevî eylemlerin benzerlerini yapar. Yani insanı oluşturan nütfe, madde olarak aynı maddeyi üretmek suretiyle gelişir. Gittikçe gelişen bu maddeden, maddî ve manevî yöne sahip mükemmel bir insan meydana gelir.

Buna göre insan fertleri, çokluklarına rağmen insandırlar. İnsan birdir ve bir türün adıdır. Bu fertlerin eylemleri sayıca çok olmakla birlikte, tür olarak birdir. Bu yüzden bu eylemler (fiiller) bir araya toplanıp birleşebilirler. Birleşen ve aralarında uyum bulunan bu eylemler, değişik kaplara bölüştürülen sulara benzer. Bu sular aynı türün özelliklerini taşıyan çok miktarda sulardır. Onların çok özellikleri var ama türleri birdir. Bu sular bir yerde toplanınca özellikleri güçlenir ve etkileri daha büyük olur.

İslâm, bu türün fertlerinin eğitiminde, yetiştirilmesinde ve gerçek mutluluğuna yöneltilmesinde onda var olan bu gerçek anlamı göz önünde bulundurmuştur. Ki bunu göz önünde bulundurmak kaçınılmaz bir gerekliliktir de. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ve insanı sudan yaratıp da ona, (ana-baba tarafından) soy-sop, (karı-koca tarafından) akrabalık veren O’dur." [1] "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık." [2] "Bazınız bazınızdan meydana gelmedir." [3]

Fert ile toplum arasındaki bu gerçek ilişki, kaçınılmaz biçimde toplumda başka ve yeni bir oluşuma yol açar. Ancak bu oluşum fertlerin varlıkları, güçleri, özellikleri ve toplumsal hayattaki etkileri ile orantılıdır. Yani toplum diye adlandırdığımız bu oluşum, fertlerin onu desteklediği oranda gelişir.

Böylece toplum için de fertlerin varlığından ve bu varlığın özelliklerinden fazla olan ek bir oluşum meydana gelir. Bu gözlenebilen açık bir gerçektir. Bundan dolayı Kur’an ümmetler (toplumlar) için fertlerden ayrı bir varlık, yaşama süresi, kitap, bilinç, kavrama yeteneği, eylem, ibadet ve itaatsizlik kabul etmiştir.

Nitekim yüce Allah aşağıdaki ayetlerde şöyle buyuruyor:

"Her ümmet için bir ecel (belirlenmiş bir süre) vardır. Ecelleri gelince, ne bir an gecikebilirler ve ne öne geçebilirler." [4] "Her ümmet kendi kitabına çağrılır." [5] "İşte böyle, biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik." [6] "Onlardan aşırılığa kaçmayan (mutedil) bir ümmet (toplum) var." [7] "Kitap ehlinden bir topluluk var ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar." [8]

"Her ümmet kendi peygamberini yakalamaya yeltendi. Hakkı batıl ile yok etmek için batıla dayanarak mücadele ettiler. Ben de onları yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasıl olurmuş (görsünler)!" [9] "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hüküm verilir." [10]

İşte biz bu ayetler ışığında Kur’an’ın fertlerin hikâyeleri ile ilgilendiği kadar, hatta ondan daha fazla milletlerin tarihleri ile ilgilendiğini görüyoruz. Kur’an bu ilgiyi tarihçilerin sadece ünlü kralların ve liderlerin durumlarını kayda geçirmekle uğraştıkları dönemlerde göstermiştir. Tarihçiler ancak Kur’an indikten sonra milletlerin ve toplumların tarihleri ile meşgul olmaya başladılar. Bu ilgiyi de bir dereceye kadar Mes’udî ve İbn-i Haldun gibi tek tek tarihçilerde görüyoruz. Nihayet nakle dayalı tarih anlayışında son zamanlarda şahısların yerine milletleri koyan bir değişiklik meydana geldi. Söylendiğine göre bu çığırın açıcısı, milâdi 1857 yılında ölen Fransız kökenli Auguste Camte (Ogust Kont) olmuştur.

Bu söylediklerimizin kaçınılmaz kıldığı sonuç şudur: Daha önce işaret edildiği üzere toplumsal güçler ve özellikler güçlüdürler ve çatışma, zıtlaşma durumunda ferdî güçleri ve özellikleri yenilgiye uğratırlar.

Üstelik gözlem ve tecrübe hem aksiyoner, hem de reaksiyoner güçler ve özelliklerde bunun böyle olduğuna şahittirler. Meselâ, kavgalarda, toplumsal ayaklanmalarda ve sosyal saldırılarda görüldüğü gibi herhangi bir konuda toplumun gayreti ve iradesi harekete geçince, o toplumun şahıslarından ya da alt guruplarından kaynaklanan hiçbir karşıt ya da zıt irade ona karşı duramaz. Bu yüzden parçanın (alt grubun) bütününe uyması ve onun hareketlerine ayak uydurması kaçınılmazdır. Öyle ki, böyle durumlarda toplum ve toplumsal gelenekler, fertlerinin ve alt gruplarının bilincini giderir; onların idrak ve anlama güçlerini etkilemekle birlikte bu erdemlerini tamamen yitirmelerine sebep olur.

Nitekim genel korku ve dehşet durumları da böyledir. Ordunun yenilgisi, güvensizlik, deprem, kıtlık, veba gibi. Hatta bunlardan daha alt düzeyde olan geleneksel töreler, milli modalar ve bunlara benzer toplumsal irade hareketleri, fertleri kendilerine uymak zorunda bırakır, onların idrak ve düşünme yeteneğini ortadan kaldırır.

İşte İslâm’ın, hiçbir başka dinde ve hiçbir uygar milletin gelenek sisteminde eşine rastlayamayacağımız bir ciddiyetle toplumun konumuna önem vermesinin gerekçesi budur. Topluma öylesine önem vermenin nedeni de açıktır. Çünkü toplumun temeli olan, onu oluşturan ferdin ahlâkını ve içgüdülerini terbiye edebiliriz. Fakat toplum içerisinde karşıt ve zıt ahlâk anlayışı ve eğilimlerin varlığı hâlinde bu ferdî terbiye gayretinin başarı şansı yoktur. Ancak çok az bir başarı kazanabilir ki, karşılaştırmaya ve değerlendirmeye tâbi tutulduğunda hiçbir değeri olmadığı; yok denilecek kadar az olduğu görülür.

Bundan dolayı İslâmiyet hac, namaz, cihat, infak ve özetle dinî takva kuralları gibi en önemli hükümlerini ve yasalarını toplumsal hayatı esas alarak ortaya koymuştur. İslâm dini, toplumsal hayatın kıvamını korumak ve toplumu ulaşması gereken erdemlere yöneltmek için, dinin genel ilkelerini ve sınırlarını korumakla görevli olan İslâmî hükümet güçlerinin (İslâm devletinin), ayrıca bütün ümmetin omuzlarına yüklenmiş bir farz olan iyiliğe çağırma, marufu emredip kötülükten sakındırma görevinin yanında, gerçek mutluluğu, Allah’a yakın olmayı ve O’nun katında derece kazanmayı İslâm toplumunun (ortak) hedefi yaparak koymuş olduğu bu kuralların koruyucusu olmuştur. Ki her toplumun ortak bir hedefe sahip olması da vazgeçilmez bir gerekliliktir.

Söz konusu ortak ve toplumsal hedef, toplumun bütün fertlerinde bulunan bir iç denetleyicidir. Öyle ki, insanın görünen yanları bir yana, içinde sır olarak sakladığı hususlar bile, iyiliğe çağıran gruplardan ve marufu emredip kötülükten sakındıran topluluklardan gizli tutulsa da ondan gizli tutulamaz. İşte bizim daha önce vurguladığımız İslâm’ın topluma yönelik önemini diğer gelenek ve akımların (ekollerin) bu konuya verdikleri önemden daha üstün ve ileri olduğu biçimindeki gerçek budur.

 

 

------------------

[1]- Furkan, 54

[2]- Hucurât, 13

[3]- Âl-i İmrân, 195

[4]- Araf, 34

[5]- Câsiye, 28

[6]- En’âm, 108

[7]- Mâide, 66

[8]- Âl-i İmrân, 113

[9]- Gafir, 5

[10]- Yûnus, 47




Bu haber 610 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER YAŞAM Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI