Bugun...




facebook-paylas
Peygamber Evladı Hz. Hüseyn (a.s)
Tarih: 31-08-2019 10:43:00 Güncelleme: 29-03-2022 11:51:00


Şehit Hz. Hüseyin’in (a.s) Hayatına Kısa Bir Bakış

● İmam Ebu Abdullah Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib (a.s) … Kerbela şehidi... Resulullah’tan (s.a.a) sonra Ehl-i Beyt İmamları’nın üçüncüsü… Hadis âlimlerinin ortak görüşüne göre, cennet gençlerinin efendisi… Hz. Resul’ün (s.a.a) soyunu devam ettiren iki kişiden biri… Resulullah’ın (s.a.a) Necran Hıristiyanlarıyla lânetleşirken yanına aldığı dört kişiden biri… Allah’ın, kendilerinden bütün kirleri giderip tertemiz kıldığı örtü ashabından (ashabı kisa) biri… Allah’ın sevilmelerini emrettiği Resul-i Ekrem’in yakınlarından biri… Sarılanın kurtulduğu, uzaklaşanınsa saptığı bildirilen iki ağır emanetten (sekaleyn) biri…

● Hüseyin, kardeşi Hasan’la birlikte tertemiz ve bereket membaı kucaklarda, tarihin tanık olduğu en mükemmel babanın, annenin ve dedenin bağrında büyüdü.

Dedesi Resul-i Ekrem’in berrak membaından, yüce ahlâkından ve şefkat yağmurundan beslendi. Onun derin sevgisi ve yakın gözetimine mazhar oldu. Öyle ki Hz. Peygamber’in edebi, yol göstericiliği, liderliği ve cesareti ona geçti. Böylece babası Murtaza’dan ve kardeşi Mücteba’dan sonra kendisini bekleyen büyük imamet makamı için gerekli olan liyakati kazanmış oldu.

Bu nedenle de Resul-i Ekrem (s.a.a), birçok kere ve değişik münasebetlerle ümmetine onun imamlığını deklâre etmişti:

Hasan ve Hüseyin kıyam etseler de, otursalar da imamdırlar.
Allah’ım! Ben o ikisini seviyorum; sen de onları seveni sev.

● Bu büyük İmam’ın şahsında peygamberlik ve imamet damarları buluşmuş, soy ve itibar şerefi bir araya gelmişti. Müslümanlar, dedesinde, babasında ve annesinde gördükleri temizliği, berraklığı, onuru ve cömertliği onda da görüyorlardı. Kişiliği, insanlara onların tümünü birden hatırlatıyordu. Onu seviyor ve ona saygı duyuyorlardı.

Bütün bunların yanında, babasından ve kardeşinden sonra, insanların, dinî konularda ve hayatta karşılaştıkları sorunların çözümü için başvurabilecekleri tek merci idi. Özellikle cahilîye karakterli Emevî egemenliği altına girdikten sonra bin bir türlü zorluğun peş peşe yaşandığı o zor dönemde, varlığı, Müslümanlar için bir rahmetti.

Cahilî Emevî egemenliği, Müslümanları öyle bir darboğaza sokmuştu ki, bundan önce bunun gibisi hiç yaşanmamıştı. İmam Hüseyin (a.s) özelde Muhammed (s.a.a) ümmetini, genelde bütün insanlığı bu yeni cahilîyenin pençelerinden ve çirkeflerinden kurtarabilen tek İslâmî ve ilâhî şahsiyetti.

● Hüseyin b. Ali (a.s), babası Murtaza ve kardeşi Mücteba gibi, hayatının her aşamasında, bütün pratik hareketlerinde kâmil bir ilahî insanın örneğiydi. Allah uğruna eziyetlere katlanmak, hoşgörü, cömertlik, merhamet, cesaret, zulme yüz vermemek, irfan, kulluk, Allah korkusu, hak karşısında tevazu ve batıla karşı başkaldırmak hususunda yüksek nebevî ahlâkın canlı ve somut bir örneğiydi. Allah yolunda cihat, marufu emretme, münkeri yasaklama konusunda göz kamaştırıcı bir kahramanlık timsaliydi. Resullerin efendisi dedesinin şeriatında en mükemmel şekliyle vurgulanan başkasını kendine tercih etmenin ve fedakârlığın en ideal temsilcisiydi. Öyle ki dedesi Resulullah (s.a.a), onun hakkında şöyle buyurmuştu:

Hüseyin bendendir ve ben de Hüse­yin’denim.

Bu sözleriyle Peygamber (s.a.a), kendi soyundan olan ve kendi elleriyle terbiye ettiği bu büyük şahsiyetin yüceliğini en güzel şekilde ifade etmiştir.

● Hüseyin b. Ali (a.s), dedesinden sonra kadınların efendisi Sıddıka-i Tahire, Fatıma-i Zehra’nın (a.s) gözetiminde ve vasilerin efendisi, Müslümanların İmamı, babası Murtaza’nın (a.s) himayesinde büyüdü. O sırada babası, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra Müslüman ümmetin önderlik kurumunun sapması şeklinde belirginleşen ağır ve meşakkatli imtihanı yaşıyordu. Babasını ve annesini bu ağır imtihanın acıları çepeçevre kuşatmıştı; büyük imamlık makamını, hiçbir kanıta, belgeye ve hiçbir haklı gerekçe ve yetkiye dayanmaksızın ele geçiren zümreye karşı çetin bir mücadelenin merkezindeydiler... Hz. Hüseyin, kardeşi Hasan, babası Ali ve annesi Zehra (a.s) ile birlikte bu sınavı yaşıyordu, acılarını yüreğine gömüyordu. Henüz çocuktu; ama sınavın derinliğinin ve musibetin şiddetinin farkındaydı.

● İmam Ebu Abdullah Hüseyin (a.s), Ömer’in hilâfeti zamanında delikanlılık çağını yaşıyordu. Babası ve kardeşiyle birlikte, açık bir şekilde yönetimle ilgilenmekten uzak durdu. Babası Ali b. Ebu Talib’in (a.s) hayat tarzında ve parlak ilkesel tavırlarında belirginleşen sahih nebevî çizgi çerçevesinde insanların aydınlatılması ve dinin öğretilmesi faaliyetlerine ağırlık verdi.

● Hz. Hüseyin (a.s), Osman’ın halifeliği döneminde babasının yanında yer aldı. Henüz gençliğinin baharındaydı. İslâm için bütün içtenliğiyle, ihlâsla çalışıyordu. Osman ve sırdaşlarının egemenliği döneminde ümmetin ve devletin bünyesini kemirmeye başlayan fesadın durdurulması amacına yönelik faaliyetlerinde babasıyla birlikte mücadele veriyordu. Bu süre içinde babasının belirlediği pratik tavrın dışına çıkmadı. Bilakis, Resulullah’tan (s.a.a) sonra babasının uhdesinde olan meşru önderliğin emrinde samimî bir asker olarak hareket etti.

● Mübarek Alevî devletin iş başında olduğu dönemde Hüseyin, babasının yanında bulundu. Bütün önemli olaylarda ve bütün savaşlarda fiilen rol aldı. Biatlerini bozanlara (Cemel Ashabı), meşru halifeyi tanımayıp yoldan çıkanlara (Emevîler) ve okun yaydan fırladığı gibi dinin çerçevesinin dışına çıkanlara (Haricîler) karşı savaşmaktan kaçınmadı. Oysa babası, hem onun, hem de kardeşinin hayatına büyük önem veriyordu. Çünkü onların ölümleriyle Resulullah’ın (s.a.a) neslinin kesilmesinden korkuyordu. Son ana kadar ikisi de babalarının yanından ayrılmadılar. Babalarının Allah’ın evlerinden bir evde şehit edilmesine kadar Iraklılardan gördüğü eziyeti, onlar da gördü. Babaları Kûfe camiinde, ibadet mihrabında, hayatının en kutsal anında, Kâbe’nin Rabbine yöneldiği ibadet anında, hain bir kılıç darbesiyle yere yığıldı ve o sırada şöyle dedi:

Kurtuldum; andolsun Kâbe’nin Rabbine…

● Sonra kardeşi Hasanı Mücteba’nın yanında yer aldı. Kardeşine biat etti. Nitekim Kûfe’de bulunan muhacirler, ensar ve onlara güzellikle tâbi olan Müslümanların geneli de Hasan’a (a.s) biat etmişti. Muaviye’nin Hz. Hasan’ı gözden düşürmek, gücünü kırmak ve meşru hükümetini yıkmak için kurduğu tüm komplolara rağmen, gerek Resulullah’ın (s.a.a), gerekse babasının (a.s) imamlığını deklâre ettiği kardeşinin çizdiği hareket tarzının dışına çıkmadı.

● Hüseyin (a.s), kardeşi Hasan’ın (a.s) tavırlarını ve bu tavırların yol açtığı sonuçları çok iyi anlıyordu. Çünkü özellikle Hz. Ali’nin (a.s) şehit edilmesinden sonra İslâm ümmetinin yaşadığı konjonktürü çok iyi biliyordu. Çünkü basit ve sıradan insanlardan oluşan toplumun büyük bir kesimi, Muaviye’nin oyunlarının ve sahte şiarlarının farkında değildi. İslâm hilâfetinin merkezi olan Kûfe toplumunun tabanını ne yazık ki bu basit ve bilinçsiz insanlar oluşturuyordu. Nitekim Muaviye, avenesi ve işbirlikçilerinin, İmam’ın ordusunun omurgasını oluşturan halk kesimleri arasında yaydıkları yanıltıcı propagandalar neticesinde, bu basit ve bilinçsiz insanlar, Hz. Ali b. Ebu Talib’in (a.s) çizgisinin hak çizgisi olduğu hususunda kuşkuya düşmeye başlamışlardı. Hz. Hasan (a.s), doğuştan sahip olduğu siyasal yeteneğine, edebî cesaretine ve sağlam mantığına rağmen, halk tabanını ikna edemedi. Bir türlü halka, Muaviye’nin en ucuz bir fiyatla halifeliği elde etmek için önerdiği barış plânının bir sahtekârlık olduğunu anlatamadı. Hz. Hasan (a.s) bütün siyasî yolları denedikten ve bir usta siyasetçinin Hz. Hasan (a.s) ve taraftarlarının yaşadığı o olumsuz siyasal, toplumsal ve psikolojik şartlarda katedebileceği bütün yolları katettikten sonra, sonunda henüz güçlü bir pozisyondayken önerilen barış plânını kabul etmek zorunda kalıp hilâfetten vaz geçti; ama Muaviye’nin egemenliğinin meşruluğunu onaylamadı. Bunun yanında birtakım şartlar koştu ki, bunlar, kısa ve uzun vadede Muaviye’nin ve Emevî egemenliğinin maskesini düşürecek, iğrençliğini gözler önüne serecek nitelikteydi.

● Böylece Hz. Hasan (a.s), düşmanları bir yana, taraftarlarından olan en yakın adamlarından gördüğü eziyetlere, nahoş hareketlere tahammül ettikten sonra en zor ve en meşakkatli yolu seçerek büyük bir başarı elde etti. İslâm’ı ve Resulullah’ın (s.a.a) kabilesi Kureyş’e mensubiyeti kullanarak İslâm’ın işini bitirmek için, İslâm kisvesine bürünen ve uzlaşma ve barış şiarlarını yükselten cahilî karakterli Emevî iktidarının gerçek yüzünü gözler önüne serdi. Muaviye’nin büyük bir ustalıkla Müslümanlara, o gün İslâm yönetimine kurulan ve Resulullah’ın (s.a.a) halifesi adıyla Müslümanlara hükmeden Ebu Süfyan Oğulları’nın çok yakın bir zamana kadar İslâm’la savaşan kimseler olduklarını unutturmuş olduğu dikkate alınırsa, Hz. Hasan’ın başarısının büyüklüğünü daha iyi anlarız.

● Hz. Hasan (a.s), barış antlaşmasına imza atmakla, İslâmî görünüme bürünerek yeniden hortlayan cahilî Emevî yönetimine karşı geliştirilecek devrimci bir hareket için gerekli zemini hazırlamış oldu. Çünkü Muaviye iktidara gelir gelmez, Hz. Hasan’ın (a.s) koştuğu bütün şartları çiğnedi. Kendisinden sonra veliaht tayin etmemek, Ali Şiasına, Hasan ve Hüseyin’e (a.s) karşı olumsuz bir tavır içinde olmamak gibi antlaşma maddelerini hiçe sayarak gerçek kimliğini gözler önüne serdi.

Muaviye, bu şartlara bağlı kalma noktasında kendine daha fazla hâkim olamadı. Nihayet, nefsinin kendisine telkin ettiği iğrenç bir plânla Hz. Hasan’ı (a.s) zehirlemeye karar verdi. Böylece kendisinden sonra halifeliği oğlu fasık Yezid’e miras bırakmaya elverişli bir ortam hazırlamak istedi. Fakat kabul ettiği şartları çiğnemenin ve bu iğrenç plânın etkilerini, doğuracağı tepkileri kestirememişti; ne gibi olumsuzlukların biçimleneceğini tahmin edememişti. Nitekim Emevî iktidarının üzerinden daha yirmi yıl geçmemişti ki, Müslümanlar, Emevî iktidarının iğrençliğini ve cahilî karakterini fark ettiler. Bu da, Şiî halk tabanının iktidara karşı bir ayaklanma başlatması için elverişli bir ortamın oluşmasına yardımcı oldu. Böylece devrim için uygun koşullar oluştu.

Muaviye’nin ölümü ve şarap içen, dinî hükümleri hiçe sayan, fasık Yezid’in iktidara gelmesi, dönemin gözde sahabîlerinden ve tâbiîn kuşağının genelinden biat alması ve haksızlığa boyun eğmeyenlerin efendisi, Müslümanların İmamı, zulmün hasmı, Ebu Abdullah Hüseyin’den (a.s) biat alma hususunda ısrar etmesiyle birlikte bu şartlar iyice olgunlaştı.

● Muaviye b. Ebu Süfyan, yaklaşık yirmi yıl hüküm sürdü. Bu süre içinde, halkı aç bırakma, terör estirme, yalan ve hile esasına dayalı bir politika izledi. Bütün bunlar, bir yandan ümmetin gerçeğin farkına varmasına yol açarken, bir yandan da insanların iradelerini yitirmelerine neden oldu. Böylece ümmet, gafletten uyandı; Ehl-i Beyt (a.s) çizgisinin hakkaniyetine yönelik kuşkuları bertaraf oldu, Emevîlerin gerçek yüzlerine dair bilgisizlikleri ortadan kalktı. Fakat zulme ve zalimlere karşı dikilecek güce henüz kavuşabilmiş değildi. Ümmet, ünlü şair Ferezdak’ın, Kûfelilerin çağrısına uyarak Irak’a gitmekte olan Hz. Hüseyin’e: “Kalpleri senden yana, ama kılıçları sana karşı.” dediği bir durumdaydı.

Bu noktadan itibaren, cahilî Emevî iktidarına karşı ayaklanmak için gerekli tüm koşullar hazırlandıktan sonra, Hz. Hüseyin (a.s) için alması gereken şer’î tavır kesinleşmiş oldu. Çünkü Hz. Hasan (a.s) zamanında yaşanan kuşku ve tereddüt sürecinde fiilî bir ayaklanmanın herhangi bir faydası olmazdı. Ama Hz. Hüseyin’e (a.s) hüccet tamamlanmıştı. Çünkü Iraklılar kendisine mektuplar göndermiş ve bölgelerine gelmesini istemişlerdi. Bundan önce Kûfeliler, Emevîlerin valisini şehirden kovmuş ve Emevî iktidarını tanımadıklarını ilân etmişlerdi. Bu, Ehl-i Beyt Şiasının yeniden bilinçlendiğinin bir göstergesiydi.

Hz. Hüseyin (a.s), sebat etmeyeceklerini, iktidar sahiplerinin tahrik ve teşvikleri karşısında irade zaafı sergileyeceklerini, egemenlerin baskılarına ve korkutmalarına direnemeyeceklerini bildiği hâlde, çağrılarına olumlu yanıt verdi. Çünkü yayılma eğilimi gösteren bu yeni hastalığı, git gide peygamberliğin bütün şiarlarını ortadan kaldırmadan, İslâmî hilâfeti bir şahlık ve kayserlik rejimine dönüştürecek imkânı bulmadan tedavi etmek üzere harekete geçmesi gerekiyordu. Aksi takdirde, dine darbe vurmak ve dinin bütünlüğünü parçalamak için üzerlerine din kisvesini geçiren Yezid ve benzeri cahilîye mensuplarının yönetimleri meşruiyet kazanmış olacaktı.

● Hz. Hüseyin (a.s), başarı ve amaca ulaşmak için gerekli olan tüm şartlar oluştuktan sonra, ebediyete kadar devam edecek olan destanını yazmak için tarihî koşullarda hazırladığı bütün güçlerini ve imkânlarını seferber ederek kıyam etti.[1] Ümmetin vicdanını harekete geçirdi; yeniden risalet çizgisini izlemeye yöneltti; inançsal şahsiyetini yeniden diriltti; tağutî yöneticilerin üzerindeki meşruiyet kisvesini çıkardı, arkasına gizlendikleri maskelerini parçaladı; onlara karşı takınılması gereken şer’î tavrı ümmetin tüm kuşaklarına gösterdi.

Tağutlar da bu kıyamın şiarlarını, öğretilerini saptıramadılar. Asırlardır süregelen bir çizgi olarak bu devrimci hareketi durduramadıkları gibi. Bu hareket ki, zamanı geldiğinde, Benî Ümeyye, Benî Abbas ve benzerlerinin egemenliklerini silip süpürmüştü. Dolayısıyla Hüseyin’in devrimi, bütün milletler için bir nebevî ışık kaynağıdır. Nitekim ortaya koyduğu ve mücadelesiyle pekiştirdiği nebevî değerler, bütün egemenliklerin, bütün siyasî rejimlerin değerlendirildiği bir kriter olarak tarihin sahnesinde yerini almıştır.

Hz. Hüseyin’in Kişiliğinden Yansımalar

1- Kur’ân Ayetlerinde Hz. Hüseyin’in Konumu

Müslümanlar, Ehl-i Beyt’in (a.s) fazileti, ilmî ve manevî makamlarının yüceliği, yüce Allah’ın insanda bulunmasını istediği bütün kemalatlarla bezenmişlikleri hususunda ittifak ettikleri kadar hiçbir konuda ittifak etmemişlerdir.

Müslümanlar arası bu ittifak, birtakım temel prensiplere dayanmaktadır. Bunlardan biri de, Kur’ân-ı Kerim’in açık bir şekilde Ehl-i Beyt’in özel konumuna işaret etmesidir. Kur’ân, onların her türlü kirden arındırıldıklarını vurgulamaktadır. Onların, yüce Allah’ın bütün insanlığa sunduğu mesajın bir ücreti olarak sevilmeleri vacip olan akrabalar olduklarını ifade etmektedir. Onların, sırf Allah’a itaat eden, Allah’ın azabından korkan, O’nun korkusuyla ürperen, bu yüzden kendilerine cennete girme ve azaptan kurtulma garanti edilen iyiler olduklarını dile getirmektedir.

Hz. Hüseyin’in (a.s), kirleri giderilmiş, tertemiz kılınmış Ehl-i Beyt’in bir ferdi olduğunda en küçük bir kuşku yoktur. Hatta Necran Hıristiyanlarıyla Peygamberimizin (s.a.a) lânetleşmeleri olayıyla ilgili Mübahele Ayeti’nde açık bir şekilde dile getirildiği gibi, Hüseyin, Peygamber’in (s.a.a) oğlu vasfına sahiptir.

Kur’ân, bu hadiseyi, derin anlamlarıyla birlikte şu ifadelerle sonsuzluğa armağan etmektedir:

Kim sana gelen bilgiden sonra seninle bu konuda tartışırsa, de ki: Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra mubahele (dua edelim) edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.[2]

Hadisçilerin çoğunluğu, müstefiz düzeyine ulaşacak yoğunluktaki kanallardan, bu ayetin Ehl-i Beyt hakkında indiğini rivayet etmişlerdir. Ehl-i Beyt de Hz. Resulullah, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir. Nitekim hadisçiler, ayette geçen “oğullar”dan maksadın hiç kuşkusuz, Hasan ve Hüseyin olduğunu belirtmişlerdir.

Bu olay, açık bir şekilde ortaya koymaktadır ki, Ehl-i Beyt, Allah katında yeryüzündeki insanların en hayırlıları ve en üstünleridir. Bu yüzden Resulullah (s.a.a) lânetleşmeye giderken onları yanına alıyordu. Nitekim Necran piskoposu da bu gerçeği şöyle itiraf etmişti:

Birtakım yüzler görüyorum ki birisi, bunların hatırına Allah’tan koskoca bir dağı yerinden oynatmasını isterse, Allah bunu yapar.[3]

Ayetten de anlaşılacağı gibi, bu kıssa, onların konumlarının yüceliğine, makamlarının yüksekliğine ve üstünlüklerine delâlet etmektedir. Onlar, Allah ve Resulü’nün en çok sevdikleri kimselerdir. Âlemlerde hiç kimse onların faziletlerinin düzeyine erişemez.

Kur’ân-ı Kerim, Ehl-i Beyt hariç, Peygamber’den başka hiçbir Müslümanın masum olduğunu belirtmemiştir. Ama Kur’ân, yüce Allah’ın, Ehl-i Beyt’i her türlü pislikten temizlemeyi dilediğini vurgulamıştır.[4]

Müslümanlar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) eşlerinin Ehl-i Beyt kavramının kapsamına girip girmedikleri hususunda farklı görüşlere sahipseler de, mübarek ayetin kapsamına Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in (a.s) girdikleri hususunda en küçük bir kuşku duymamaktadırlar.[5]

Buradan hareketle, Kur’ân ayetlerinde onları sevmenin, onların çizgilerini izlemenin, onları başkalarından daha çok sevmenin zorunluluğunun vurgulanmış olmasının gerisindeki sırrı anlamamız mümkündür.[6]

Çünkü Ehl-i Beyt’in masumiyeti, yolların çatallaştığı ve heva ve heveslerin çarpıştığı bir süreçte, kurtuluşun, onları izlemekte olduğunun en somut kanıtıdır.

Allah’ın pislikten masum kıldığı bir kimse, kurtuluşa delâlet eder demektir. Dolayısıyla onu takip eden de boğulmaktan kurtulur.

İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre, akrabaların sevilmesine dair ayet nazil olduğu zaman, bazı Müslümanlar, Peygamberimize (s.a.a), itaat edilmesi vacip olan bu akrabaların kimler olduklarını sormuş, o da şöyle buyurmuştur:

Bunlar, Ali, Fatıma ve onların iki oğludur. [7]

Kur’ân, meseleyi bu kadarla bırakmıyor. Bilakis, Ehl-i Beyt’in yüce kişiliklerini ve itaat ve ibadetlerindeki ihlâsı açıklamak üzere nazil olan İnsân Suresi’nde, onların üstün kılınmalarının sebeplerini de açıklıyor:

Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden korkarız. İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenalığından korudu; yüzlerine parlaklık, sevinç verdi ve sabretmelerine karşılık onlara cennet ve ipek elbiseler lütfetti.[8]

Müfessirlerin ve muhaddislerin büyük çoğunluğu, bu surenin Ehl-i Beyt hakkında indiğini rivayet etmişlerdir. Şöyle ki: Hasan ve Hüseyin hastalanırlar. Hz. Ali (a.s), şayet iyileşirlerse, Allah’a şükür olarak üç gün oruç tutmayı adar. Gerçekten bu adaklarını en güzel bir şekilde yerine getirirler. Söze bağlılığın en parlak ve başkasını kendine tercih etmenin en göz kamaştırıcı, en görkemli bir örneğini sergilerler. Nihayet haklarında şu ayetler nazil olur:

İyiler ise, kâfur katılmış bir kadehten içerler. Bu, Allah’ın has kullarının içtikleri ve akıttıkça akıttıkları bir pınardır. O kullar, adaklarını yerine getirirler ve şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarlar.[9]

Bu fedakârlık ve bu görkemli vefakârlıktan dolayı Allah onların çabalarını takdirle karşılamış ve bunun ödülü olarak ahirette onları büyük nimetlere mirasçı kılmış; dünyada da, yeryüzü ve üstündekilere mirasçı oluncaya kadar, onları Müslümanların imamlığı makamına getirmiştir.

2- Hz. Hüseyin’in Hz. Hatemü’l-Mürselin Nezdindeki Konumu

Resul-i Ekrem efendimiz (s.a.a), torunları Hasan ve Hüseyin (a.s) hakkında, onların kendi yanındaki yüksek derecelerini ifade eden sözler buyurmuştur:

Hasan ve Hüseyin, Peygamber’in şu dünyadaki hoş kokulu iki gülüdür. Onlar, Peygamber’in şu ümmet içindeki hoş kokulu iki gülüdür.[10]

Hasan ve Hüseyin, yeryüzü halkının en hayırlılarıdır.[11]

Hasan ve Hüseyin, cennet gençlerinin efendileridir.[12]

Hasan ve Hüseyin, kıyam etseler de, otursalar da imamdırlar.[13]

Onlar, kıyamet gününe kadar Kur’ân’dan ayrılmayan Ehl-i Beyt’tendirler. Ümmet Kur’ân’a ve Ehl-i Beyt’e sarıldıkça yolunu şaşırmaz.[14]

Onlar, gemilerine binenlerin boğulmaktan kurtuldukları Ehl-i Beyt’tendirler.[15]

Onlar, Resulullah’ın (s.a.a) haklarında şöyle buyurduğu Ehl-i Beyt’in mensuplarıdır:

Yıldızlar, yeryüzü halkını boğulmaktan kurtaran güvencelerdir. Ehl-i Beyt’im ise, yeryüzü halkını ihtilâflardan koruyan güvencelerdir.[16]

Çok sayıda sahâbiden rivayet edilen ve değişik kanallardan rivayet edilmesi itibariyle müstefiz düzeyine ulaşan bir hadiste Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor:

Allah’ım! Onları sevdiğimi biliyorsun; sen de onları ve onları seveni sev.[17]

3- Çağdaşları Nezdinde Hz. Hüseyin’nin Konumu

1- Ömer b. Hattab, Hüseyin’e (a.s) şöyle der:

Başımızda biten tüyleri, Allah’a, sonra size borçluyuz.[18]

2- Osman b. Affan, Hasan, Hüseyin (a.s) ve Abdullah b. Cafer hakkında şunları söylemiştir:

İlmin tümünü başkalarından kesip almışlar, bütün hayır ve hikmeti kendilerinde toplamışlar.[19]

3- Ebu Hüreyre şöyle der:

Hüseyin b. Ali başında imame (sarık) olduğu hâlde içeri girdi. Birden Hz. Peygamber’in (s.a.a) dirildiğini sandım.[20]

Hz. Hüseyin (a.s), bir cenazeye katılmıştı. Yoruldu ve yolun kenarında oturdu. Ebu Hüreyre, elbisesinin kenarıyla ayaklarına bulaşan toprakları silmeye başladı. Ebu Hüreyre’ye şöyle dedi:

Ey Ebu Hüreyre! Sen mi yapıyorsun bunu?

Ebu Hüreyre dedi ki:

Allah’a yemin ederim ki, eğer insanlar seninle ilgili olarak benim bildiklerimi bilselerdi, seni boyunlarında taşırlardı.[21]

4- Abdullah b. Abbas, Hasan ve Hüseyin’in (a.s) binecekleri atların üzengisinden tutmuştu. Bu yaptığından dolayı bazıları onu eleştirdi. Ona: “Sen onlardan daha yaşlısın!” dediler. Bunun üzerine şöyle dedi:

Bu ikisi, Resulullah’ın (s.a.a) oğullarıdır. Onların atlarının üzengisini tutmak bana mutluluk vermez mi?[22]

Hz. Hasan (a.s) vefat ettiği zaman Muaviye: “Ey İbn Abbas! Artık kavminin efendisi sensin.” der. İbn Abbas şu cevabı verir:

Allah, Ebu Abdullah Hüseyin’i yaşattıkça, ben değil, odur kavmin efendisi.[23]

5- Hüseyin’i (a.s) görmüş olan Enes b. Malik şöyle der:

Onların (Ehl-i Beyt’in) Resulullah’a (s.a.a) en çok benzeyeni oydu.Bu yazı 985 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI