Bugun...



Nehcül Belağa’da Evren

"Halkı yarattı, yaratmaya başladı, düşünüp kurmadan, tecrübeden faydalanmadan, bir hareket yapmadan, bir karar hakkında düşünmeden. Her şeyi vaktinde yarattı, birbirlerine aykırı olan şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı. Her şeyde bir tabiat yarattı, kendilerine has sıfatlarını onların beraberlerinde kıldı. O, her şeyi yaratmadan bilendir; sınırlarını ve sonlarını kavrayıp kapsayandır; O, her şeyin bütün gereklerini ve yönlerini bilendir."

facebook-paylas
Tarih: 07-07-2020 12:23

Nehcül Belağa’da Evren

Tefsir ve Açıklama:

Söze Evrenin Yaratılışıyla Başlamak

Bu çok önemli hutbede şimdiye kadar geçenler, insanın marifetinin ilk merhalesi olan Allah'ı ve O'nun çeşitli sıfatlarını tanıma hakkında dakik ve anlamlı işaretlerdi. Buradan itibaren ise evrenin yaratılışı, yaratılışın nasıl başladığı, gökyüzü ve yeryüzünün harikaları hakkında bahsedilmekte olup Allah-u Teala'nın sıfatları hakkındaki önceki konunun tamamlayıcısıdır.

İlk önce buyuruyor ki: "Halkı yarattı, yaratmaya başladı, düşünüp kurmadan, tecrübeden faydalanmadan, bir hareket yapmadan, bir karar hakkında düşünmeden."

Burada Emirulmüminin Ali aleyhisselam, Allah-u Teala'nın yaratışını yaratıkların işlerinden tamamen farklı saymaktadır. Çünkü insan bir şey yapmak istediğinde, eğer geçmişte bir benzeri yoksa onun hakkında düşünür, sonra bulduğu yenilikle ona başlar. Ama eğer geçmişte bir benzeri varsa diğerlerinin veya kendi tecrübelerinden faydalanır ve bazen zihninde düşünceleri üzerinde geniş bir hareket oluşur, meselenin öncülleri hakkında düşünür ve oradan sonuçlara geçer ve bazen de tereddütte kalır ve sonunda bir tarafı seçerek işe koyulur.

Bu dört durumdan hiç biri Allah-u Teala'nın zatında ve varlıkları yaratmasında söz konusu değildir. O'nun ne düşünmeye, ne tecrübeye, ne öncüllerle sonuçlar arasında zihninin hareketine ve ne de karar vermede tereddüt etmeye ihtiyacı var. İrade edişiyle varlıklar oluverir: "O'nun işi bir şeyi(n olmasını) istedi mi ona, sadece "ol" demektir, hemen oluverir."[1]

Başka bir tabirle, bu dört durum bilgi ve güçleri sınırlı olan ve dolayısıyla diğerlerinin düşünce ve tecrübelerini veya ıstırap ve tereddüdü gerektiren kimselerin karar vermesiyle ilgilidir. Fakat bilgisi ve gücü sınırsız olan zatın yaratmak için bunların hiç birine ihtiyacı yoktur.

Yukarıda söylediklerimizden açıkça anlaşılıyor ki, yukarıdaki hareketten maksat insanın kendi içinde düşüncesinin hareketidir.

Fakat bazı müfessirler maksadın, cisimlerin hereği olan zihin dışındaki cismani hareket olduğu ihtimalini de vermişlerdir; oysa Allah-u Teala cisim ve cismaniyetten yücedir.

Ancak birinci anlamın daha uygun olduğu sanılmaktadır; çünkü yukarıdaki ibarette ondan önce ve sonra gelen diğer üç durum, bir işi yapmadan önce düşünme ve karar vermeyle ilgilidir.

Sözün kısası, Allah-u Teala'nın fiilleri kulların fiillerinden tamamen farklıdır; çünkü O şeylerin yarar ve zararlarını bilerek, yaratılışın mükemmel düzeninin bilincinde olarak ve her şeye olan tam ve kamil gücüyle tereddüt ve şüphe etmeden, düşünmeden, tecrübe etmeden katiyetle irade varlıkları var etmektedir. Hem yaratılışın başlangıcında ve hem de devamında durum böyledir.

* * *

Daha sonra varlıkların nasıl yaratıldığına ve eşyaların düzenli, dakik ve hesaplanmış bir sırayla meydana gelişinde Allah-u Teala'nın tedbirine işaret ederek buyuruyor ki: "Her şeyi vaktinde yarattı." (Çünkü O'nun yaratışı, tedbirinin yüceliğini ve eşsiz gücünü ortaya koymak için tedricî ve zamanlanmış bir program üzeredir.)

Varlıkların yaratılışının zamanlanmış oluşu meselesinden sonra onların içindeki ve oluşumundaki özel düzene değinerek buyuruyor ki: "Birbirlerine aykırı olan şeyleri birleştirdi, uzlaştırdı."

Allah-u Teala'nın evrendeki çeşitli varlıkları bir tek şeymiş gibi birleştirmesi varlık aleminin harikalarındadır. Sıcak ve soğuk, karanlık ve aydınlık, ölüm ve yaşam, su ve ateşi birbiriyle uzlaştırmıştır. Yeşil ağaçta ateş yaratmış, insan, hayvan ve bitkilerin varlığını birbirinden tamamen farklı maddelerden meydana getirmiş, çeşitli tabiatlarda yaratmıştır; hatta iki farklı alemden olan ruh ve cisim -biri soyut, nurlu ve fevkalâde zarif ve diğeri ise maddi, karanlık ve kaba- arasında derin bir bağlılık kılmıştır.

Daha sonra buyuruyor ki: "Her şeyde bir tabiat yarattı."

Her varlıktan beklenilen şeyi, başka bir etkene ihtiyacı olmadan o doğrultuda harekete geçmesi ve zatının derinliklerinden özel programına hidayet olması için kendisinden kaynaklanan tabii bir şey olarak onda yaratması gerçekte Allah-u Teala'nın yüce hikmetlerinden biridir; eğer varlıkların zatlarının derinliklerinde bu etkenler olmasaydı eşyaların etkileri devam etmez, onlarda düzensizlik hakim olurdu.

Bugün insanın veya diğer varlıkların zatî etkenleri hakkında iki farklı tabir kullanılmaktadır. Bazen fıtrat tabiri kullanarak, Allah'ı tanımak insan için fıtrî bir olaydır, diyorlar ve bazen garize tabiri kullanarak, mesela insan cinsel garizeye sahiptir veya hayvanların hareketleri genellikle garizidir, diyorlar. Bu, gerçekte bilginlerin kabullendiği bir ıstılahtır. Birini fikrî yönü olan şeyler için kullanıyorlar (fıtrat) ve diğerini ise gayr-i fikrî veya atifi yönü olan şeyler hakkında kullanıyorlar (garize). Fakat her ikisinin de lügat anlamı yaratmaktır.

* * *

Bu bölümün son bölümünde buyuruyor ki: "Kendilerine has sıfatlarını onların beraberinde kıldı."

Nehc-ul Belağa müfessirleri bu cümle için iki farklı tefsir yapmışlardır. "İbn-i Ebi'l Hadid" gibi bir grubu bu cümlenin, Allah-u Teala'nın bu garizeleri varlıklarda sabit kıldığına işaret ettiğine inanmaktadırlar (bu durumda Arapça'sında "el-zemeha" kelimesindeki zamir "garizeler"e aittir). Bu durumda bu cümle varlıkların garizelerinin sabit olduğunu tekit etmektedir.

Fakat diğer bazıları, maksat, her varlığın özel hususiyatlarının olduğudur, diyorlar. Yani Allah-u Teala her varlığa bir takım özellikler vermiştir ve Allah'ın ilminde külliyet bulduktan sonra dışarıda cüziyet ve kişisellik bulmuşlardır. (bu durumda Arapça'sında "el-zemeha" kelimesindeki zamir "eşyalar"a aittir). Bazıları da her iki tefsiri iki ihtimal olarak zikretmişlerdir.

Fakat birinci tefsirde zamirler uyum içerisinde olmadıkları ve ayrıca cümle konuyu beyan etmek yerine tekit yönü bulduğu için ikinci tefsirin daha doğru olduğu sanılmaktadır.

Şöyle ki: Allah-u Teala her varlığa iki çeşit özellik vermiştir. Biri, İmam Ali'nin "garizeler" diye tabir ettiği onların zatının derinliklerinde olan özellikler ve diğeri ise zaman, mekan ve diğer cüziyatta ve zahiri yönlerdeki özellikler; İmam bu ikincisinden "Kendilerine has sıfatlarını onların beraberinde kıldı" diye tabir etmiş ve böylece, varlıklardan her biri kendine has vazifesini yerine getirmesi ve diğer varlıklardan ayırt edilmesi için yüce hikmetine uygun olarak her varlık için dahili ve harici özellikler belirtmiştir.

Birkaç Nokta:

Evrendeki Tüm Varlıkların Fıtrî ve Tekvinî Hidayeti

Emirulmüminin Ali aleyhisselam'ın yukarıdaki buyrukları, Kur'an-ı Kerim'de de defalarca vurgulanan önemli bir noktaya işaret etmektedir ve o da şu ki: Varlık ve madde alemdeki tüm varlıklar özel bir zamanlamaya sahiptirler. Bunların arasında çelişki ve ihtilaf olmasına rağmen birbirleriyle uyum içerisinde olup birbirlerini tamamlamaktadırlar. Sürekli zatlarının dahil ve haricinde bir düzenle hidayet olmakta ve uyumlu bir kervan gibi nihaî hedefe doğru hareket ederler. Yollarından sapmaz ve maksada doğru ilerlerler.

Ağaçların ilkbahar ve yaz mevsimlerindeki yaprak ve meyveleri, onların sonbahar ve kış mevsimlerinde solup kurumaları, güneşin on iki burçta hareketi, gece-gündüz ve yer kürenin kendi etrafında dönüşü ve yine insanın iç ve dış güçleri hepsi bu ilahî tekvinî hidayete tanıktırlar; nitekim Kur'an-ı Kerim Hz. Musa aleyhisselam'ın dilinden şöyle buyuruyor: "Rabb'imiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola hidayet edendir."[2] Ve yine buyuruyor ki: "Allah'ın fıtratına (yaratma kanununa) ki, insanları ona göre yaratmıştır."[3] Başka bir yerde ise: "Hiçbir şey yoktur ki onun hazineleri, bizim yanımızda olmasın, ama biz onu bilinen bir miktar ile indiririz."[4]

Bu gerçekte Allah-u Teala'nın varlık alemindeki önemli nişanelerinden biridir; insan bunların üzerinde her ne kadar fazla düşünse, tekvinî hidayet, düzen, zamanlama ve farklı şeyler arasındaki uyumu ne kadar fazla incelese bu meselenin derinliğine daha fazla vakıf olur.

* * *

Daha sonra buyuruyor ki: "O, her şeyi yaratmadan bilendir; sınırlarını ve sonlarını kavrayıp kapsayandır; O, her şeyin bütün gereklerini ve yönlerini bilendir."

Bu üç cümle gerçekte önceki cümleler için delil ve açıklama sayılır; çünkü her varlığı kendisine münasip bir zamanda yaratıp birbirinden ayrı şeyleri birbiriyle birleştirip uzlaştıran, dahili garizeleri ve onların dış gereklerini her birini kendi yerine yerleştiren kimsenin, bir taraftan mükemmel ve kapsamlı bir bilgiye ve diğer taraftan ise tam ve mükemmel ihata ve güce ihtiyacı vardır.

İşte bu nedenle buyuruyor ki: "O, her şeyi yaratmadan bilendir; sınırlarını ve sonlarını kavrayıp kapsayandır; O, her şeyin bütün gereklerini ve yönlerini bilendir."

Sadece onların kendilerinden, başlangıç ve sonlarından haberdar olmakla kalmayıp gereklerini, yönlerini, sebep ve etkilerini de biliyordu. Kesinlikle bütün bunları bilen ve bunları yapma gücüne sahip olan birisi her birini kendi yerine yerleştirebilir, her birine gerekli olan her şeyi verebilir, varlık ve hayatı doğrultusunda hidayet edip irade ettiği kemale ulaştırabilir.

* * *

Birkaç Nokta:

1- Acaba Allah-u Teala İçin "Arif" Adı Kullanılabilir mi?

Bazı Nehc-ul Belağa müfessirleri, Allah-u Teala'nın "arif" olarak sıfatlandırılıp sıfatlandırılamayacağında tereddüt etmişlerdir.

Bu tereddüdün kaynağı gerçekte iki şeydir:

Birincisi şu ki, Rağıb'ın "Müfredat'da dediğine göre marifet ve irfan, bir şeyi eserleri üzerinde düşünerek idrak etmek anlamındadır veya başak bir tabirle marifet, sınırlı olup düşünme kanalıyla elde edilen bilye denir; Allah-u Teala'nın ilminin böyle olmadığı kesindir.

İkincisi şu ki, Resulullah sallallah'u aleyhi ve âlih'ten "Allah-u Teala'nın doksan dokuz ismi var, onları sayan (ve onlara iman ve marifeti olan) cennete girer" şeklinde bir hadis rivayet edilmiştir. Ulema da "Arif" isminin bu doksan dokuz isim arasında olmadığında icma etmiştir.[5]

Fakat kısa bir incelemeyle bu kelimenin rivayetlerde defalarca Allah-u Teala hakkında kullanıldığı, Nehc-ul Belağa'nın bu bölümünde sıfat olarak ve diğer bölümlerinde ise fiil olarak kullanılması dışında Usul-u Kâfi'de de çeşitli yerlerde kullanılmıştır.[6]

Bu gösteriyor ki "marifet" sözcüğü, gerçi aslında sınırlılık ve düşünceye ihtiyacı olma anlamı taşıyorsa da, fakat daha sonra fazla kullanılma nedeniyle daha geniş bir anlam kazanarak, düşüncenin ürünü olmasa bile her türlü ilim ve bilgiye denilmiştir.

Allah-u Teala'nın doksan dokuz ismi olduğunu bildiren rivayete gelince, bu rivayet Allah-u Teala'nın isimlerinin doksan dokuzla sınırlı olduğu göstermez; bunlar gerçekte Allah-u Teala'nın seçkin sıfatları ve esman-il hüsnasıdır. Dolayısıyla bazı rivayetlerde Allah-u Teala için bin isim sayılmıştır. Bunun en açık delili, Allah-u Teala'nın isim ve sıfatlarını herkesten iyi bilen İmam Ali aleyhisselam'ın, Nehc-ul Belağa'nın nakline göre bu isim ve bundan türeyen diğer isimleri Allah-u Teala hakkında kullanmasıdır.

2- Allah-u Teala'nın, Varlıklar Yaratılmadan Önce Onlara İlminin Niceliği

En karışık felsefî ve itikadî meselelerden biri, "Allah-u Teala'nın, varlıklar yaratılmadan önce onlara ilminin niceliği" meselesidir. Bir taraftan biliyoruz ki Allah-u Teala gelecekteki olaylardan haberdardır, Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinde de buna defalarca işaret edilmiş ve yukarıdaki ibarette de geçmiştir.

Diğer taraftan Allah-u Teala'nın ilmi "husul-i ilim" değildir, yani eşyaların biçimi ve zihnî suratı onun zatında yansımaz; çünkü O'nun yaratıklar gibi zihni yoktur ve ilmi varlıklarının suratının yansıması kanalıyla değildir; O'nun ilmi "ilm-i huzurî"dir; yani yaratıkların varlığı O'nun yanında hazırdır ve henüz yaratılmamış şeyler hakkında ilm-i huzurînin bir anlamı olmadığını da bilmekteyiz; bu problem hatta geçmişte yok olan varlıklar hakkında da söz konusu edilebilir; eğer onlar hakkında bilgimiz varsa onların zihnimizdeki surat ve hatıraları nedeniyledir; fakat zihni olmayan, zihninde olaylar canlanmayan ve zatı olayların yeri olmayan biri onlardan nasıl haberdar olabilir?!

Örneğin, Firavun ve taraftarlarının suratı dağılmış ve onların tarihleri de geçmiştir; biz ancak onların suratlarını zihnimizde canlandırabiliriz; fakat ilmi böyle olmayan Allah-u Teala onlardan nasıl haberdar olabilir?

Acaba Allah-u Teala'nın geçmişten veya gelecekten haberdar olmadığı söylenilebilir mi? Asla! O halde eğer bilgisi varsa nasıl bilgidir bu?

Bu karışık mesele, felsefe ve kelam bilginlerini fena bir şekilde araştırmaya sürükledi ve bunun için çeşitli cevaplar ileri sürdüler; onlardan bazıları kısaca şöyledir:

1- Allah-u Teala sürekli, her şeyin illeti olan zatına haberdardır ve başka bir tabirle O'nun zatı zatının yanında en büyük huzura sahiptir ve bu kendi zatına ilmi olmak, evrendeki bütün varlıklara ve olaylara yaratıldıktan önce ve sonra icmali ilimdir.

Şöyle ki, eğer eşyaların illetini tam anlamıyla bilecek olursak, bu bilinç onların sonuç ve malullerine hakkında da bilince sebep olacaktır. Çünkü her illet malulün sahip olduğu bütün kemalata ve ondan fazlasına sahiptir. Allah-u Teala her şeyin illeti olup kendi zatından haberdar olduğu için bütün her şeyden haberdardır ve bu ise gerçekte ilm-i icmali kanalıyla onların hepsi hakkında bir nevi ayrıntılı keşiftir.

Bunu başak bir şekilde anlatacak olursak: Geçmiş olaylar hiçbir zaman tam anlamıyla yok olmamışlardır ve bugünkü olaylarda etkileri vardır. Yine gelecekteki olaylar da bugünkü olaylardan ayrı değil, bu olaylarla bağlantı içerisinde olup bundan kaynaklanmaktadır. Böylece geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek bir illet-malul zincirlemesi mecmuası oluşturmaktadırlar; bu zincir halkalarından her birinden haberdar olmak önceki ve sonraki halkalardan haberdar olmak anlamındadır.

Örnek olarak, eğer bütün yer küresinin hava durumunu ve şimdiki havanın meydana gelemsine sebep olan etkenleri, onun bütün ayrıntılarını, illet ve malullerinin ilişkisini bilecek olursak binlerce yıl önce veya sonraki hava durumu bilebiliriz; çünkü geçmiş ve geleceğin dosyası şimdiki zamanda mevcuttur. Tam anlamıyla bugün dünün yansıması ve yarın da bugünün yansımasıdır; bugünün tüm ayrıntılarından tamamen haberdar olmak, geçmiş ve gelece olaylardan tam anlamıyla haberdar olmak anlamındadır.

Şimdi eğer Allah-u Teala'nın geçmiş, günümüz ve gelecekteki bütün olayların asıl kaynağı olduğu ve O'nun kendisi zatından haberdar olduğu gerçeğine dikkat edecek olursak bu durumda O'nun gelecek, geçmiş ve günümüzdeki olaylardan da haberdar olduğunu kabul etmek zorundayız. Elbette her varlığın her eseri O'nun izni ve emriyledir; fakat Allah-u Teala'nın sünneti, varlıklara etki ve özellikler vermek ve istediği zaman da bunları onlardan almak üzerinedir.[7]

2- Bu soruya verilen diğer bir cevap ise şudur: Dün, bugün ve yarın bizim ilim ve bilgimiz hakkında düşünülebilir; çünkü biz sınırlı bir varlığız; fakat zatı sınırsız olan Allah-u Teala hakkında bugün, dün ve yarın kavramları anlamsızdır. Bütün eşyalar ve olaylar kendi zarfında, bütün hususiyet ve ayrıntılarıyla O'nun yanında hazırdır.

Bu dakik sözü bir örnekle şöyle açıklığa kavuşturabiliriz:

Birinin bir odaya hapsedildiğini ve oradan sadece küçük bir delikle dışarıya bakabildiğini düşünün. Bu deliğin önünden bir deve kervanının geçince bu adam ilk önce bir devenin başını, boynunu, sonra sırtındaki tümseği ve sonra ayaklarını ve kuyruğunu görür, bu kervandaki diğer develeri de böyle görür.

Bu adamın baktığı deliğin küçük olması, bu adamın kendisi için geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman oluşturmasına sebep oluyor. Fakat bu odanın dışında ve çatı katında açık havada duran ve çölün tamamına bakan birisi için durum farklıdır; bu adam hareket halindeki deve kervanının hepsini bir arada görür.

 

 

---------------------

[1] - Yâsîn, 82.

[2] - Tâhâ, 50.

[3] - Rum, 30.

[4] - Hicr, 21.

[5] - İbn-i Meysem, bu konuyu bir eleştiri olarak söz konusu ediyor ve sonra cevap vererek Allah-u Teala'nın isimlerinin bundan fazla olduğunu söyleyerek Nehc-ul Belağa'dan tanıklar getiriyor. (Şerh-i Nehc-ul Belağa-i İbn-i Meysem, c.1, s.137.

Yukarıdaki hadisin Durr-ul Mensur'da Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim, Müsned-i Ahmed, Sünen-i Tirmizî ve diğer meşhur kitaplardan nakledildiğine dikkat edilmesi gerekir. Durr-ul Mensur, c.3, s.147; Peyam-ı Kur'an, c.4, s.46.)

[6] - Usul-u Kâfi, c.1, s.91, en-Nisbet babı, 2. hadis, ve s.113, Hudus-il Esma babı, 2. hadis.

[7] - Yukarıdaki problemi halletmek için bu cevaba yönelenler şu soruyla karşılaşmaktalar: Bu söz, Allah-u Teala'nın, varlıklar meydana gelmeden önce kesret vasfıyla varlıkların kesretinden haberdar olmamasını gerektiriyor; çünkü O'nun zatında kesinlikle kesret yoktur; başka bir tabirle, O'nun varlıklar hakkındaki ilmi, varlıklar yaratılmadan öncesiyle varlıklar yaratılmasından sonrasında farklıdır: Varlıklar yaratılmadan önce ilm-i icmaliyle biliyordu, varlıklar yaratıldıktan sonra ise ilm-i tefsiliyle bilmektedir. Onlardan bazılarının bu farkı itiraf etmeleri gerçekten şaşırtıcıdır.




Bu haber 458 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER NURANİ SÖZLER Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI