Bugun...



Gadîr-i Hûm Hadisine Eleştiriler ve Cevapları -3

Gadîr-i Hûm Hadisine Eleştiriler ve Cevapları -3

facebook-paylas
Tarih: 31-07-2021 11:33

Gadîr-i Hûm Hadisine Eleştiriler ve Cevapları -3

Eleştiri-9: Bazıları tarafından ortaya atılan bir diğer itiraz ve eleştiri ise şudur ki, bu hadis Hz. Ali'nin ilk halife olmasıyla ilgili ise, neden Hz. Ali veya İmam'ın taraftarları, muhaliflerine karşı bu hadisi delil olarak göstermemişlerdir? Örneğin İbn-i Hacer bu konuda şöyle demiştir: "Gadir hadisi Hz. Ali'nin hilafetine nasıl nass olabilir, oysa ne Hz. Ali'nin kendisi,  ne Abbas ne de başka birisi bu hadise istidlal etmemişlerdir? O halde Hz. Ali'nin hilafeti zamanına kadar bu hadisi delil göstermeyip, susmasından aklı olan herkes anlar ki Hz. Ali bu hadisi bir nass olarak görmüyordu."[1]

Dokuzuncu eleştirinin cevabı: Tarih ve hadis kaynaklarından bir nebze haberdar olan herkes bu tür iddiaların batıl ve asılsız olduğunu anlar. Merhum Allâme Emini “El-Gadir” kitabında Hz. Ali'nin (a.s) Gadir hadisiyle istidlal edişinin belgelerini bir çok muteber Sünni kaynaktan ve alimden nakletmektedir. Örneğin Harezmî'nin "Menâkıb"ından Hemvinî'nin "Ferâidü’s-Simtayn"ından Nesâî'nin "Hasâis"inden, Askalânî'nin "El-İsâbesi"nden Hâfız Heysemî'nin "Mecmeü’z-Zevâid"inden, İbn-i Meğâzilî'nin "Menâkıb"ından, Halebî'nin "Siresi"nden ve diğer bir çok kaynaktan…[2]

Muhammed b. Muhammed El-Cezrî Ed-Demeşkî de Hz. Fâtıma'nın (s.a) bu hadisle istidlal edişini kitabında nakletmiştir.[3]

Yine Kundûzî "Yenabiü’l Mevedde" kitabında Hz. Hasan'ın (a.s) Gadir hadisiyle istidlal edişini nakletmiştir.[4]

Aynı şekilde büyük tabiî Selim b. Kays, Hz. İmâm Hüseyn'in Minâ'da sahabe ve tabiilerden oluşan bir topluluğa okuduğu hutbede Gadir hadisiyle ihticac ve istidlal ettiğini nakletmiştir.[5]

Daha birçoklarının da bu hadisle istidlal ettikleri ve onu Hz. Ali'nin (a.s) hilafet ve imametine delil olarak gösterdiklerinin belgelerini “El-Gadir” kitabında okuyabilirsiniz.[6]

Elbette daha sonra da Hz. Ali'nin (a.s) sükutu hakkında yapacağımız açıklamada izah edeceğimiz gibi bu istidlaller hakikati açıklama ve hücceti tamamlama maksadını taşımaktaydı. Bundan dolayı da ispat ve izahında fazla ısrarcı davranmıyorlardı.

Elbette Ehlibeyt (a.s) mektebinin kaynaklarında Hz. Ali'nin (a.s) muhtelif yerlerde Gadir hadisine dayanarak yaptığı istidlalleriyle ilgili nakilleri vermekten vazgeçtik.

Eleştiri-10: Bir de şöyle demişlerdir: "Gerçi Hz. Ali Haşimoğullarıyla birlikte Ebu Bekir'in hilafetinin başında bir müddetliğine ona biat etmekten çekindi. Ama bilahare bir süre sonra Ebu Bekir'in hilafetini kabul etti ve ondan sonra da kendi görüş ve düşünceleriyle onlara yardımda bulunuyordu. Eğer Gadir hadisi onun hilafeti hakkında bir nass niteliği taşıyorduysa, başkalarının hilafeti gâsıbâne olmuş olur. Böyle olunca da Hz. Ali'nin bu hilafete boyun eğme yerine, ona karşı kıyam etmesi ve hakkını savunması gerekirdi. İbn-i Hacer Heysemî[7] ve Şeyh Selim Bişrî[8] gibi bir çok Sünni alim bu eleştiriyi ileri sürmüşlerdir. Mesela Şeyh Selim Bişrî şöyle diyor: "Biz Ebu Bekir için alınan biatin, istişareye, tefekkür ve araştırmaya dayalı bir biat olmadığını ve aceleye getirilmiş bir hareket olduğunu, Ensar ve reisleri olan Sa'd b. Ubade, Haşimoğulları ve onların Ensar ve Muhacirlerden oluşan taraftarlarının ilk başta biatten çekindiklerini kabul ediyoruz. Ama bilahare hepsi Ebu Bekir'in hilafetine boğun eğip ona razı oldular ve böylece onun hilafetinde icma hasıl oldu."[9]

Onuncu eleştirinin cevabı: Biz bazı Müslümanların Ebu Bekir'in hilafetini kabul edip, ona biat ettiğini inkar etmiyoruz. Gerçi bazısı da (Sa'd b. Ubâde gibi) ölünceye kadar direnip biat etmediler; ancak bu, onların hepsinin halifenin hilafetine razı oldukları ve onun hakkaniyetini kabul ettikleri demek değildir. Bunun başka sırrı ve sebepleri vardır. Örneğin Hz. Ali'nin (a.s) ilk başlarda biat etmeyip doğru bildiklerini çeşitli vesilelerle açıklayıp hücceti herkese tamamladıktan sonra susması, hatta daha sonra bir çok konuda ilmi olarak halifelere yardımcı olduğu doğrudur. Ancak bunun sebeplerini açıklayacak en yetkili şahıs yine Hz. Ali'nin (a.s) kendisidir. Dolayısıyla biz Hz. Ali (a.s)'ın bu konuda irad ettiği kendi sözlerinden yardım alarak bu konuya açıklık kazandırmak istiyoruz:

Hz. Ali (a.s), Cemel savaşından önce yaptığı bir konuşmada şöyle buyuruyor: "Allah'a yemin ederim ki, Allah-u Teâlâ, Yüce Peygamberi'nin (s.a.a) ruhunu aldığından bugüne kadar, sürekli ben hakkımdan uzaklaştırılmış bulunuyorum..."[10]

Yine kendi hilafeti döneminde halifeler dönemiyle ilgili bir konuşmasında halifelerin ona ait olan bir hakkı yağmaladıklarını dile getirerek, gözünde diken boğazında kemik kalmış biri gibi, bu duruma tahammül ettiğini açıkça dile getirmiştir:

"Allah'a andolsun ki falan kimse (Ebu Kuhafe oğlu Ebu Bekir), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi üzerine giyindi. Oysa sel her zaman benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere yükselemez. Ben de hilafetle kendi arama bir perde gerdim, ondan tümüyle yüz çevirdim. Başladım kendi kendime düşünmeye; şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer. Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik. Mirasımın tümüyle yağmalandığını görüyordum."

Hz. Ali'nin (a.s) Medine'de kendi hilafeti döneminde okuduğu bir hutbede neden hakkını almak için kıyam etmediğini de şöyle açıklamıştır: "Peygamber (s.a.a), bizim aramızdan gittiğinde “Biz onun varisi, velileri ve öz soyundan olan yakınlarıyız; artık kimse hilafet konusunda bizimle niza etmez ve göz dikmez” dedik. Ama beklemediğimiz bir şekilde Kureyş'ten bir grup bizim hakkımıza el uzatarak yöneticilik hakkını bizden aldı ve kendileri sahiplendiler. Allah'a yemin ederim ki, eğer Müslümanların arasında bölünme meydana gelmesi, küfrün tekrar geri dönerek dinin tamamen yok olması korkusu olmasaydı, bugün üzerinde olduğumuz şeyden farklı bir durumda olurduk."[11]

Hz. Ali (a.s), ikinci halife tarafından kurulan şurada kendisine hilafeti vermeleri karşısında, ortaya konulan Ebu Bekir ve Ömer'in yolunu devam ettirmesi şartını açıkça reddetmiş ve yalnız Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetine bağlı kalacağını açıklamıştır. Açıktır ki, Hz. Ali (a.s) (bazılarının dediği gibi) onların Şeyhu'l-İslamlığını yapmış olsaydı veya onların hilafetteki yöntemlerini meşru bilseydi, o zaman onların sünnetini bir ölçü olarak reddetmesinin bir anlamı kalmazdı. Yakubî nakletmiştir ki, Ömer'in kurduğu altı kişilik halife belirleme şurasında olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali'yi (a.s) bir kenara çekerek, şöyle dedi: "Allah bizimle senin aranda şahit olsun ki, kendi hilafetin döneminde Allah'ın kitabına ve Peygamberi'nin sünnetine ve Ebu Bekir ve Ömer'in sünnetine uyasın."

Hz. Ali (a.s) şöyle karşılık verdi: "Halife olursam, gücüm yettiğince sizlerin arasında Allah'ın kitabı ve Hz. Peygamber'in sünnetine uygun olarak davranacağım."

Abdurrahman sonra Osman'ı bir kenara çekerek, aynı sözü ona da dedi ve Osman onun isteğini hemen kabul etti. Tekrar Hz. Ali'ye (a.s) aynı teklifi tekrarladı ama Hz. Ali (a.s) yine aynı cevabı vererek, sözlerine şunları ekledi: "Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetinin yanı sıra artık başka bir kimsenin gelenek ve gidişatına uymaya bir ihtiyaç yoktur. Aslında sen bu hilafeti benden uzaklaştırmaya çalışıyorsun!"

Bütün bunlar gösteriyor ki Hz. Ali (a.s) üç halife döneminde hilafet sisteminin meşruiyetini kabul etmemiş ve onları kendi hakkını gasbeden güçler olarak görmüştür. Elbette Hz Ali’nin (a.s) eşsiz ilmi makamı yüzünden, halifeler kendi siyasetleriyle çelişmediği ve bilgisizlik yüzünden başka bir alternatifleri de olmadığı hallerde İmam'a (a.s) başvurmuşlardır. İmam Ali (a.s) de onların dinle ilgili sorularını halletmiş ve İslam'ın hükmünü beyan etmiştir.

Ama neden İmam'a (a.s) başvurduklarında onların ilmi ihtiyaçlarını gidermiş ve onlara yol göstermiştir acaba? Oysa isteseydi, onların sorularına cevap vermeyi reddederdi. Bunun cevabı aşağıdaki hususa dikkat edilirse açıktır.

Masum İmamın da peygamberler gibi iki önemli ilahi vazifesi vardır; birincisi hilafet ve ikincisi şehadet (gözetleyicilik). Yani Hz. Adem’den (a.s) başlayarak her dönemde bu iki ilahi görevi üstlenmeleri için, her zaman bulunan masum ilahi şahsiyetler (peygamberler veya peygamberlerin vasileri) var olmuşlardır. Hilafet görevi, insanların doğru şekilde yönetilmesini ve toplumda ilahi hükümlerin uygulanmasını sağlamak içindir. İkinci görev olan şahadet (gözetleyicilik) görevi ise, dine bağlı olan insanların haktan sapmalarını önlemek ve sürekli ilahi hükümlerin tahriften korunmasını sağlamak içindir.

Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayet peygamberlerin bu iki ilahi göreve sahip olduğunu açıklamaktadır. Bu açıklama ışığında şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, bir peygamber veya imamda bu iki görevden birinin sekteye uğraması, yani bazı engeller yüzünden yürürlük kazanmaması, diğer vazifenin de tatil olmasını gerektirmez. Bir çok peygamber kendi dönemlerinde hilafet görevini yüklenmemesine rağmen ikinci görevlerini, yani şahadet (gözetleyicilik görevini) yerine getirmiştir. Peygamber veya masum imam bu iki görevden hangisini ifa etmeğe bir fırsat bulursa, onu yerine getirmelidir. Çünkü bu onun ilahi mesuliyetidir.

Hz. Ali (a.s) ilk üç halife döneminde hilafet görevini ifa etmekten mahrum bırakılmasına rağmen şahadet görevini kısmen ifa etmeğe fırsat bulmuş ve bu vazifeyi yerine getirmiştir. Ancak bunun yanı sıra, sürekli onların hilafetlerinin meşru olmadığını da çeşitli şekillerde imkan dahilinde beyan etmiştir. İslam'ın temeli tehlikeye düşmesin diye de bir kıyama baş vurmamıştır. Bizce, İslam tarihinde gerçek manada bir araştırması olan kimse bunların hiçbir gizli yönü olmayan apaçık gerçekler olduğunu anlar. İsteyen kabul eder ve istemeyen emr-i vaki'i müdafaa etmek için onları görmezlikten gelir. Elbette Hz. Ali'nin (a.s) bu tutumunu gören dostları da İmam'a (a.s) uyarak, aynı çizgiyi takip ettiler.

Ayrıca Ehlibeyt (a.s) kaynaklarında nakledilen bazı hadislerde Allah Resulü (s.a.a) de kendisinden sonra meydana gelecek bazı olayları bildiği için Hz. Ali'ye (a.s) sabretmesi ve kıyam etmemesini buyurmuştu. Ehli Sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetleri de aynı istikamette yorumlamak mümkündür. Bu rivayetler, bir taraftan bir takım nahoş olayların meydana geleceğini ve diğer taraftan ne yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır:

Hakim “Müstedrek”te, Zehebi “Müsterdek'in Telhis”inde, aynı şekilde İbn-i Ebi Şeybe, Bezzâr, Darekutnî, Hatip Bağdadî, Beyhakî ve diğer bir çokları Hz. Ali'den (a.s) şöyle nakletmişlerdir: "Allah Resulü'nün (s.a.a) bana verdiği haberlerden birisi de şudur ki ümmet kendisinden sonra bana hile yapacaklardır!!"

Sahih-i Müslim'de Hz. Resulullah’dan (s.a.a) şöyle nakledilmiştir: "Benden sonra bazı tekelcilikler ve sevmediğiniz olaylar olacaktır." Dediler ki "Ya Resulallah! Bizden birisi o zamanı idrak ederse, ne yapmasını emredersiniz?" Cevaplarında şöyle buyurdu: "Üzerinizde olan hakları eda edin ama kendi haklarınızı (almaya kalkışmayın); onları Allah'tan dileyin."[12]

Bir diğer rivayette şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Benden sonra bazı tekelcilik (ve haksızlıklar) meydana gelecektir. Böyle bir ortamda havuz başında bana kavuşuncaya kadar sabredin."[13] Bütün bunların sırrı, yukarıda Hz. Ali'den (a.s) naklettiğimiz sözlerde açıkça görülmektedir.

Eleştiri-11: Gadir hadisi hakkında ileri sürülen en son, belki de en önemli itiraz, şimdi ele alacağımızdan ibarettir. Aslında diğer bütün eleştiri ve itirazlar da ilmi olmaktan çok siyasi olan bu konuyu tevil edip altından kalkmak için yapılmaktadır.

Evet, diyorlar ki: "Gadir ve benzeri hadisleri Şia'nın dediği şekilde anlamak, yani onları Hz. Ali'nin (a.s) imamet ve hilafetine bir nass olarak kabul etmek, bütün sahabeyi zan altında bırakmak ve onları Allah ve Resulü'ne muhalefetle suçlamak demektir. Allah ve Resulü, Hz. Ali'yi (a.s) halife olarak tayin ettiği halde o kadar sahabinin Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra bu emre muhalefeti nasıl düşünülebilir? Bu mümkün olmadığına göre bize düşen bu nasları (mütevâtir bile olsa) ya bir türlü tevil etmek veya onlardan vazgeçmektir!!"

Örneğin İbn-i Hacer Heysemî “Sevâik” kitabında takriben bu manayı ifade eden sözler söylemiştir.[14]

Şeyh Selim Bişrî de Allâme Şerefuddin'in cevabında açık bir şekilde yukarıda naklettiğimiz sözlerin benzerini söylemiştir, o diyor ki: "Basiret ehli olanlar ve sahih düşünce sahipleri, sahabeyi Resulullah'a muhalefetten münezzeh biliyorlar. Dolayısıyla Hz. Resulullah'tan (s.a.a) birisinin imametine dair bir nass duyup da buna muhalefet etmeleri ve başkalarını ona tercih etmeleri mümkün değildir."[15]

Bir başka yerde yine Allâme Şerefuddin'e hitaben şöyle yazıyor: "Ben bu hadislerin sizin söylediğiniz manaları ifade ettiğinde hiçbir kuşkum yoktur ve eğer sahabenin sergilediği tutum ve davranışlar olmasaydı, ben kesinlikle sizin dediklerinize teslim olurdum. Ancak sahabenin yaptıklarına hüsn-i zan edip onları doğruya yorumlamamız gerekir. Bu yüzden selef-i sâlihe uyarak bu rivayetlerin zahirine göz yummamız gerekir!!"[16]

Bir başka yerde ise şöyle diyor:"Sahabenin amellerini iyiye yorma zorunluluğu olduğu için, Gadir hadisini onların davranışlarıyla örtüşecek şekilde tevil etmemiz gerekir; hatta mütevâtir bile olsa…"[17]

On birinci eleştirinin cevabı: Bu iddia ve itiraza vereceğimiz cevaba yardımcı olacağı için, önce İbn-i Ebi-l Hadid Mutezilî ve üstadı Ebu Cafer İskâfî arasında geçen bir diyalogu aktarmak istiyoruz. İbn-i Ebi-l Hadid diyor ki: Hz. Ali'den (a.s) nakledilen "Çünkü o hilafet öyle bir makamdı ki bir grup ona hırs göstererek haksızlıkla onu tekelleri altına aldı. Ve başka bir grup da cömertçe ondan vazgeçti. Hakim Allah'tır; Kıyamette ona dönülecektir…"[17] sözünü üstadım Nakib Ebu Cafer İskâfî'nin yanında okuduğumda, ona "İmam, bu cümlede hangi günü kastetmiştir; (Ebu Bekir'in hilafete seçildiği) Sakife gününü mü, yoksa (Osman'ın hilafete seçildiği) şura gününü mü?" diye sordum. O da "Sakife günü" diye cevap verdi. Ben "Peygamber'in sahabesine onun emerine muhalefet etme isnadında bulunmaya gönlüm razı olmuyor!" dediğimde, Ebu Cafer bana şu cevabı verdi: "Benim de Peygamber'e "Ümmetin imamet ve rehberliği konusunda ihmalkarlık yaptı ve halkı şaşkın ve perişan vaziyette ve karmaşa ve fitne içinde bırakıp gitti" isnadında bulunmaya gönlüm razı olmuyor!! O hayatta olduğu halde ve sadece kısa bir müddetliğine de olsa Medine'yi terk ettiğinde bile Müslümanları başsız ve emirsiz bırakıp gitmiyordu. O halde çıkabilecek ve ıslahı artık mümkün olmayacak fitneleri bildiği halde, ebedi olarak onların içinden ayrıldığında, nasıl onları sahipsiz ve öndersiz bırakıp gidebilir? Bu makul mü?"[19]

Merhum Allâme Eminî'nin “El-Gadir” kitabındaki tabiri de oldukça manalıdır; diyor ki: "Bazıları "Selef"in hilafet konusundaki tavrına o kadar hüsn-i zanla yaklaşıyorlar ki artık onların yaptıklarını iyi ve meşru gösterebilmek için, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en açık hadislerini dahi değiştirme ve tevil etme yoluna gidebiliyorlar. Fakat tam tersi bir noktada bizim Hz. Resulullah'a (s.a.a) karşı taşıdığımız yakinî bir hüsn-i zan, bizi Hz. Resulullah'ın (s.a.a) asla ihmal ve müsamaha yapmadığını ve hilafet ve imamet başta olmak üzere ümmetin ihtiyacı ve zarureti olan her şeyi onlara açıkladığını söylemeye zorluyor!"[20]      

Evet, bize göre sahabenin bir kısmı, sadece Hz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra değil, hatta bizzat Allah Resulü'nün (s.a.a) zamanında bile bir çok konuda Hz. Resulullah'ın (s.a.a) açık emrine rağmen ona itina etmeyip kendi bildiklerini yapmışlardır. Biz bunun bazı bariz örneklerini vermeğe çalışacağız, ancak ondan önce Merhum Allâme Şerefuddin'in Sahabenin imamet konusundaki nasları dikkate almadıklarıyla ilgili bir açıklamasını dikkatinize sunmak istiyoruz. Allâme Şerefuddin diyor ki: "Müslümanlar ibadî konularda Hz. Resulullah'a (s.a.a) itaat etmelerine ragmen, siyasi konularda bazen muhalefet ediyorlardı. Gerekçeleri ise şuydu ki siyasi konularda da ibâdî konular gibi itaat etme zorunlulukları olmadığını ve Resulullah'ın görüşlerine karşı görüş bildirme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlardı. Ezcümle hilafet konusunda da sahabeden bir kısmı Hz. Ali'nin (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından hilafete tayin edildiğini bildikleri halde, bunun maslahat olmadığını ve halkın Hz. Ali'nin (a.s) hilafetine razı olmayacağını düşündüler. Zira kabilelerin çoğusundan bir çok kişi savaşlarda Hz. Ali (a.s) tarafından öldürülmüştü. Yine Hz. Ali'nin (a.s) şiddetli adalet anlayışından korkuyor ve biliyorlardı ki o iş başına geldiğinde halis hak ölçülerine dayanarak icraat yapacaktır. Öte yandan bir çoklarının ona karşı haset ettiklerini de biliyorlardı. Bütün bunları dikkate alarak Hz. Ali'nin (a.s) hilafetinin dikiş tutmayacağını zannediyorlardı! Dolayısıyla kendilerince ümmetin ihtilaf ve fitneye düşmesini önlemek için, Hz. Ali'nin (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından hilafete tayin edildiğini bildikleri halde, nasları göz ardı edip başkalarına biat ettiler! Elbette bu, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) açık nassı karşısında yapılan bir ictihattı ve bu onların nass karşısında yaptıkları ictihadın ilki değildir ve buna benzer bir çok içtihatları vaki ve sabittir."[21]

Şimdi biz Allâme Şerefuddin'in bahsettiği sahabenin nassa karşı yaptıkları ictihad ve Hz. Resulullah'a (s.a.a) muhalefetlerinden bazı bariz örnekler vermeğe çalışacağız:

Bu örneklerden birisi Kur'an'ın da açıkça bahsettiği Uhud savaşında vuku bulmuştur. Allah Resulü (s.a.a) sahabeden bir kısmına Ayneyn dağının gediğini tutup oradan düşmanın sızmasını önlemelerini ve ne pahasına olursa olsun orayı terk etmemelerini emretmişti. Ama onlar, düşmanın hezimete uğradığını görünce, ganimetten kendilerine bir şey kalmaz düşüncesiyle Resulullah'ın emrini göz ardı edip görevli oldukları tepeyi bırakıp ganimet toplamak için aşağıya indiler. Bunu fark eden düşman askerleri ise bu fırsattan yararlanıp arkadan Müslümanlara saldırıp Müslümanların hezimete uğratıp yetmiş civarında Müslümanın şehid ettiler. Ayrıca birkaç kişinin dışında sahabenin çoğusu savaş meydanını terk ederek oraya buraya saklandılar. Hatta bazıları o kadar uzağa gittiler ki üç gün sonra Medine'ye geri döndüler ki Osman b. Affân bunlardan birisiydi. Bu olay Âl-i İmrân suresinin 152 ila 155. ayetlerinde anlatılmaktadır.

Bu muhalefetlerin bir diğer bariz örneği "Hudeybiye" antlaşması sırasında vuku bulmuştur. Allah Resulü (s.a.a) Mekke müşrikleriyle anlaşmaya karar verince, üç defa "Kalkın başlarınızı tıraş edip ihramdan çıkın" buyurduğunda, her defasında Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sözüne itina etmeyerek, başlarını tıraş etmekten çekindiler!! Ardından Allah Resulü (s.a.a) öfkelenerek, Hz. Ümm-ü Seleme'nin çadırına gittiler. Bu olayda muhalefet edenlerin başında Ömer b. Hattap geliyordu. O, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bütün açıklamalarına rağmen yapılan antlaşmaya itirazını Ebu Bekir ile konuşuncaya kadar sürdürdü…" Hatta bazı nakillerde "Ben o günkü kadar Hz. Resulullah'ın (s.a.a) peygamberliğinde şüphe etmemiştim" dediği kaydedilmiştir. Bu olay geniş bir şekilde bir çok meşhur Sünni kaynakta nakledilmiştir."[22]

Bu muhalefetlerin bir diğer meşhur örneği, Üsâme b. Zeyd'in komutanlığına ve orduya katılma emrine yapılan itiraz ve muhalefettir. Allah Resulü (s.a.a) Mute'ye göndereceği ordunun komutanlığına on sekiz yaşındaki genç Üsâme'yi seçip, Hz. Ali'nin (a.s) dışında (üç halife de dahil) bütün sahabeye bu orduya katılma ve Medine'de kalmama emri verip katılmayanları lanetlediği halde, emrine muhalefet edip, Hz. Resulullah (s.a.a) vefat edinceye kadar Medine'den ayrılmadılar. Zaten ilk başlarda da Üsâme'nin küçük yaşına itiraz etmişlerdi ki Allah Resulü (s.a.a) de cevaplarında "Siz onun babasının komutanlığına da itiraz etmiştiniz. Oysa hem o komutanlığa layıktı, hem de babası" buyurmuştu.[23]

Verebileceğimiz bir diğer örnek sahabeden bazısının Huneyn savaşında Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından ganimetlerin paylaştırılmasına yaptıkları çirkin itirazlarıdır ki İbn-i Kesir ve Taberî tarihlerinde naklettikleri gibi, diğer bir çok kaynakta da zikredilmiştir.[24]

Bu örneklerin belki de en önemlisi Allah Resulü'nün (s.a.a) hayatının son demlerinde gerçekleşmiştir. Hz. Resulullah (s.a.a) ölüm döşeğinde yatarken bir ara yanındakilere hitaben şöyle buyurdu: “Bana bir kağıt kalem getirin, size bir yazı yazayım ki benden sonra asla dalalete düşmeyesiniz.” Bir çok diğer sahabiyle birlikte orada bulunan Ömer b. Hattab, kağıt kalem getirmek isteyenlere engel olarak şöyle dedi: "Hastalık ona (Peygamber'e) galebe etmiştir."[25] Bir diğer rivayette "Peygamber sayıklıyor; aramızda Kur'ân var ve Kur'ân bize yeterlidir"[26] diyerek, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) istediği yazıyı yazmasına engel olmuştur. Bu olayın detaylarını ve bu tarihi olay hakkında bazı Sünni alimlerin getirdikleri tevillere ve mazeretlere Allâme Şerefuddin'in verdiği harika cevapları “El-Mürâcaât” kitabında okuyabilirsiniz.[27]

İşte bu noktaları görmezlikten gelemeyen insaflı bir Sünni alimi şöyle yazıyor: "Sahabenin adaleti nazariyesi, siyasi bir nazariye ve Emevî bir plandır ki Ümmeyye oğulları İslam dışı siyasetlerini tevil edip temize çıkarabilmek için onu uydurmuş ve ondan bir çok yerde kendi lehlerine istifade etmişlerdi."[28]

Şunu da bilmek gerekir ki Gadir gününde Gadir-i Hum'da bulunup da bu tarihi olaya şahit olanların, aynı şekilde sahabenin hepsi Medine'de değillerdi ve geniş İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşamaktaydılar. Medine'de yaşayanların mevcudu ise, üç dört bin kişi civarındaydı; bunlardan bir çoğu da "Mevâlî" denilen Arap dışı muhacirlerdendi ki kayda değer siyasi ve sosyal bir yere sahip değillerdi. Kimse onların görüşlerine itina etmiyor ve kendileriyle istişarede bulunmuyordu. Ayrıyeten henüz kabilecilik düzeni topluma hakim olduğu için, siyasi ve sosyal konularda görüş bildirme ve söz hakkı sadece kabile reisleri ve tabiri caizse ak sakallılarla sınırlandırılmıştı; başkalarının görüş ve tutumlarını önemseyen yoktu.

Medine'deki sahabeden sonra sadece bazı kabilelerin reislerinin görüşlerine başvuruluyordu. Bunların içinden de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) amcası Abbas, Hz. Ali (a.s), Zübeyr ve diğer birçokları ta işin başında biatten çekinip, Hz. Ali'nin (a.s) evinde itiraz mahiyetinde toplanmışlardı. Diğer bazıları ise, (Sa'd b. Ubâde ve oğlu Kays b. Sa'd gibi) açık bir şekilde bu biate ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) naslarına yapılan muhalefete karşı geldiler. Dolayısıyla naslara açık muhalefette bulunup hilafeti başkalarına kaydıranlar, az bir gruptan ibaretti. Ancak bu işi Ömer b. Hattab'ın da dediği gibi, oldu bittiye getirip, başkalarına emri vaki yaptılar. Hatta şöyle bir görüş ortaya attılar ki bir kimse bir diğerine biat etti mi başkaları da buna boyun eğmelidir; aksi taktirde öldürülürler. Böylece insanları biate zorlayıp, işi bitirdiler.

Bu durumu İbn-i Kuteybe'nin "El-İmâmet-u Ves-Siyâse" kitabında naklettiği belge açık bir şekilde ortaya koymaktadır. O şöyle yazıyor: "Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber'den (s.a.a) kendisi hakkında nakledilen nasları insanlara hatırlatınca, onların beyan ettiği mazeret şuydu: "Artık iş işten geçti ve biz olup bitmiş bir durumla karşı karşıyayız. Eğer sen daha erken davransaydın durum farklı olurdu…"[29]

Medine dışında yaşayan sahabe ve Müslümanlara gelince, onlar o günün kısıtlı ve zor haberleşme imkanlarından dolayı uzun bir zamandan ve her şey olup bittikten sonra olaydan haberdar oldular. Medine dışındakiler genellikle Medine'den gelen haberlere kulak asıyor ve ona göre hareket ediyorlardı. Bu olayı duyunca da çoğusu şöyle dediler: "Bunlar son ana kadar Hz. Peygamber'le (s.a.a) birlikte idiler. Belki de Hz. Peygamber (s.a.a) yeni bir plan sunmuş ve farklı bir emirde bulunmuştur. Bazıları ise haberi duyup da buna muhalefet edince, canlarından oldular. Bunun en açık örneği Malik b. Nüveyre'nin olayıdır ki bütün muteber kaynaklar nakletmişlerdir.[30]

Ayrıca, Buharî ve Müslim de dahil bir çok Sünni kaynakta nakledilen bazı hadisler de taassuptan uzak basiret sahibi kimselere bu olayları tahlil etmelerine yardımcı olacak niteliktedir.

Biz son olarak bu hadislerden de birkaç örneği yorumsuz nakledip kararı okuyucularımızın kendi hür vicdanlarına bırakıyoruz:

"Kıyamet günü ashâbımın önde gelenlerinden bazısını getirip, amel defteri siyah olanlarla birlikte haşredecekler. Ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbım!" dediğimde, şu cevabı duyacağım: "Senden sonra bu Ashâbının neler yaptıklarını bilmiyorsun!" O zaman ben de o salih kulun sözlerini (Mâide, 117'de Hz. İsa'nın (s.a) sözü kastediliyor) tekrarlayacak "..Ve ben aralarında bulunduğum sürece amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra de kendin şahid oldun" diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle denilecek: "Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürted olup dinden çıktılar ve eski hallerine döndüler"[31]

Bir diğer rivâyette de şöyle geçer:

"Kevser havuzu kenarında Ashâbımdan bazılarını bana getirirler. Ben onları tanıyınca -kim olduklarını onaylayınca- onları benden ayırıp götürürler. O zaman ben "Ya Rabbim! Ashâbımdı onlar..." dediğimde "Senden sonra onların neler ettiğini bilmiyorsun..." denilir bana"[32]

Sahih-i Müslim'de de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu kayıtlıdır:

"Kevser havuzu kıyısında, ashâbım ve arkadaşlarımdan bazısını bana getirip gösterirler; ben hepsini birer birer tanıdıktan sonra onları alıp götürürler. O zaman ben "Allah'ım! Onlar benim ashâbımdı" derim ve şu cevabı duyarım: "Bunların senden sonra neler ettiğini bilmezsin!.."[33]

 

---------------------

[1]- Es-Sevâikü’l Muhrika, s. 69

[2]- El-Gadir, c. 1, s. 159

[3]- Esme’l Menâkıb, Fi Tehzib-i Esne’l Metâlib, s. 32

[4]- Yenâbiü’l Mevedde, s. 482

[5]- Mevsuat-u Kelimâti’l İmâmi’l Hüseyin (a.s), s. 370

[6]- El-Gadir, c. 1, s. 198-213

[7]- Es-Sevâikü’l Muhrika, s. 76

[8]- El-Mürâciât, s. 232

[9]- El-Mürâciât, s. 232 

[10]- Nehcü’l-Belağa, Hutbe: 6 

[11]- Şerh-i Nehcü’l-Belağa (İbn-i Ebil Hadid), 3. Hutbenin Şerhi.

[12]- Sahih-i Müslim, c. 12, s. 232.

[13]- Sahih-i Müslim, c. 12, s. 235.

[14]- Es-Sevâikü’l Muhrika, s. 68 

[15]- El-Mürâciât, s. 237

[16]- El-Mürâciât, s. 141

[17]- El-Mürâciât, s. 177

[18]- Nehcü’l Belağa, Hutbe: 161. İkinci cümleden İmam (a.s) zahiren kendisini kastetmektedir. Yani birileri hilafet için o şekilde hırs gösterip onu tekellerine alınca, İmam (a.s) İslam'ın maslahatı ve korunması ve fitnelerin önlenmesi için hilafete göz yumdu.

[19]- Şerh-i Nehcu’l Belağa (İbn-i Ebil Hadid), c. 9, s. 248

[20]- El-Gadir, c. 1, s. 401

[21]- El-Mürâciât, s. 237. Allâme Şerefuddin'in bizzat kendisinin bu konuda yazdığı "En-Nass-u Vel-İctihad" isimli geniş bir eseri vardır ki, bu eserde sahabenin nassa karşı yaptıkları içtihatlardan yüze yakın örnek zikretmekte ve hepsini bizzat Sünni kaynaklardan nakletmektedir. 

[22]- Örneğin Taberî kendi tarihinde, c. 2, s. 124; İbn-i Kesir "El-Bidâyet-u Ven-Nihâye" isimli tarihinde, c. 4, s. 170-178 ve İbn-i Esir "El-Kâmil isimli meşhur tarihinde, c. 2, s. 205. 

[23]-  Teberî Tarihi, c. 2, s. 225

[24]- El-Bidâyet-u Ven-Nihâye, c. 4, s. 353; Teberî Tarihi, c. 2, s. 122. Diğer kaynaklar için Allâme Şerefuddîn'in "En-Nass-u Vel-İctihad" kitabına müracaat edebilirsiniz.

[25]- Sahih-i Buhârî, c. 4, s. 7, Bab-ı Kavli’l Meriz-i Kûmu Annî.

[26]- Sahih-i Buhârî, c. 3, s. 91

[27]- El-Mürâciât, s. 240

[28]- Nazariyyet-i Adaleti’s-Sahabe (Ahmet Hüseyin Yakup, Ürdün), s. 107

[29]- El-İmâmet-u Ves-Siyâse, s. 12

[30]- Tarih-i Taberî, c. 2, s. 504

[31] – Sahih-i Buhâri, Maide Suresi tefsirinde "... ve kuntu eleyhim şehidâ..." babında ve Kitabu’l Enbiya "... ve ittehazallahi..." babında ve Sahih-i Tirmizi "Saffetu’l Kıyame" ve "...Macâe fî Şa'ni’l Heşr..." babları ve Tâhâ Suresi tefsiri kısmında.

[32] – Sahih-i Buhari, Kitabu’l Rıkâk, Fi'l Hovz bâbı C.4, S.95 ve Kitabu’l Fiten "ma câe fi kavlillah-i Teala" babı ve Sünen-i İbn-i Mâce, Kitab-ı Menâsık, "Hutbet-i Yevminnehar" babı, hadis: 5830 ve Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 453 ve c. 3, s. 28 ve c. 5, s. 48.

[33] - Sahihi Müslim, Kitabü’l Fezâil, "İsbât-ı Harz-ı Nebiyyina" babı c. 4, s. 1800, hadis: 40.




Bu haber 449 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER SORU-CEVAP Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ
HAVA DURUMU
İLAN PANOSU

Web sitemize nasıl ulaştınız?


NAMAZ VAKİTLERİ
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI